(05.01.2014 tarihli yazı )
(not: renkli yazılar linkli biliyorsunuz değil mi ?Finaller bitsin periyodik olarak yazmaya çalışacağım, şimdilik taslaklardan ...)
(not: renkli yazılar linkli biliyorsunuz değil mi ?Finaller bitsin periyodik olarak yazmaya çalışacağım, şimdilik taslaklardan ...)
Geçen nerde okumuştum “canlı
yazmak”… Sanırım kastedilen, öylece klavyenin başına geçip akışına bırakmak.
Zaten çoğumuz böyle yapmıyor muyuz? Neyse efenim, işte öylesine oturdum
laptopun başına. Bir ara yaklaşık iki üç hafta önce metroda yaşadıklarımı yazacağım. Onu biraz özenerek anlatacak gibiyim,o yüzden
demlensin az. Lakin Subway Stories filmini izlerseniz daha âlâ olur derim ben. Şimdi ise ne yazsam… hmm! Hepimizi boğan gündemden bahsetmenin âlemi
yok sanırım. Ha! Buldum. Dün gece sığınmak için zap yaparken Charlie Rose’a
denk geldim. Hiç haz etmem heriften ve programından. Lakin konukları Martin
Scorsese ile Dicaprio’ydu. Martin’e teşekkür borçluyum, sinemanın en iyi beş
yönetmeninden biridir bence.
Oscar’ın politikası çok değişkenlidir.
Bazılarına daha kariyerinin ilk yıllarında heykelciği verirler ki şevke gelsin
de bize daha iyi işler versin diye. Bazılarına ise ömrünün son anına dek bunu
yaşatmazlar, hırslansın ya da götü kalkmasın diye(hiç kusura bakmayın bizim
köyde göte göt derler. bkz: Can Yücel) ve böylece hep en iyiyi yapmaya devam
etsin gibisinden. Bazen de şans bu ya, tam heykelciği alacağın sene öyle bir iş
çıkar ki seni bir sonraki yıla atarlar ve sonraki yıla ve sonraki yıla… Martin Scorsese
ikinci gruba dâhil olanlardan, bazen de üçüncü.
Lise 1 sanırım sene 94, okulun yanında açılan videocuya gidiyorum. İçeride baba oğul çalışıyorlar, biraz Amerikanvari adamlar ve aksanları var. Sanki uzun yıllar yurtdışında kalmışlar gibi. Sinemadan müthiş anlıyorlar. Ve bendenizi pek seviyorlar, bu velet baya baya altta kalmıyor onlarla muhabbette. Her okul çıkışı gidip uzun geyikler yapıyoruz. Bazen tartışıyoruz falan. Arada baba, ben Paramount’tayken falan diyor. Parada yok ya bende, kedinin kasabın ciğerlerini kesmesi gibi filmler afişlere falan bakıp kültürel açlığımı gideriyorum bir yandan. Emir Kustrica’nın Underground’u en üst rafta, üç cd. Gözüm hep onda. Alacağım bir gün. Ve alıyorum da günün birinde. Baba zor veriyor filmi, hak etmeyen birine satmazdım bunu diyor. Birazda Boşnak kökenli oluşu filmle arasında özel bir bağ oluşturmuş. Neyse efenim bir okul çıkışı gene uğruyorum. Harçlıklar birikmiş. Baba diyorum, bana öyle bir film ver ki, eskilerden olsun, hani yeterince değeri anlaşılamamış, yönetmeni Oscarı tatmamış ama sağlam bir film . Tezgâhın altına eğiliyor, beş dakika aranıyor falan ve pat, önüme Taxi driver’ı atıyor. Waow! İşte böyle başlıyor Scorsese’ye hayranlığım.
Lise 1 sanırım sene 94, okulun yanında açılan videocuya gidiyorum. İçeride baba oğul çalışıyorlar, biraz Amerikanvari adamlar ve aksanları var. Sanki uzun yıllar yurtdışında kalmışlar gibi. Sinemadan müthiş anlıyorlar. Ve bendenizi pek seviyorlar, bu velet baya baya altta kalmıyor onlarla muhabbette. Her okul çıkışı gidip uzun geyikler yapıyoruz. Bazen tartışıyoruz falan. Arada baba, ben Paramount’tayken falan diyor. Parada yok ya bende, kedinin kasabın ciğerlerini kesmesi gibi filmler afişlere falan bakıp kültürel açlığımı gideriyorum bir yandan. Emir Kustrica’nın Underground’u en üst rafta, üç cd. Gözüm hep onda. Alacağım bir gün. Ve alıyorum da günün birinde. Baba zor veriyor filmi, hak etmeyen birine satmazdım bunu diyor. Birazda Boşnak kökenli oluşu filmle arasında özel bir bağ oluşturmuş. Neyse efenim bir okul çıkışı gene uğruyorum. Harçlıklar birikmiş. Baba diyorum, bana öyle bir film ver ki, eskilerden olsun, hani yeterince değeri anlaşılamamış, yönetmeni Oscarı tatmamış ama sağlam bir film . Tezgâhın altına eğiliyor, beş dakika aranıyor falan ve pat, önüme Taxi driver’ı atıyor. Waow! İşte böyle başlıyor Scorsese’ye hayranlığım.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder