30 Eylül 2012 Pazar

Sevimsiz bir pazar sabahı..
Büyük bir ihtimalle internet kafedeki zorunlu mesaimin son günü.
Sözüm ona yakında bu blogu kapayacağım,ona rağmen yeni bir kaç okuyucunun eklenmesi şaşırtıcı. Hazır elim değmişken facebook hesabını da kapayıp tümden sıvışmalı bu sanal alemden. Sosyal medyanın gücüne inancımı yitirmeme şu kadarcık kaldı. O sebeple yeni bir sayfa açma fikrimden de vazgeçtim gibi.Hadi kına yakın bu boktan sevimsiz pazar sabahı bir de padişah hazretlerinin kurultayı mı ne varmış. Sabahtan beri  haber kanallarında kurultayda dağıtılacak kumanyadan bahsediliyor. kuru fasulya pilav ayran tatlı falan..hadi ne duruyorsunuz,koşun ! Sokak hayvanlarına ölüm yasasına hayır diye bir de eylem düzenlenecekmiş,sanaldan bakıyorum yüz binlerce kişi iştirak edeceğini söylüyor,göreceğiz. klavye başında bi şey olmuyor,olmayacak gibi.Zaten okuma yetisini kaybetmiş bir milletiz,okuduğunu anlama yetisi ise hiç bir vakit olmadı. İtici gelse de gitmeden nasihat vereyim,hem kendime hem size;
Okuyun,bolca okuyun. Sinema tiyatro gibi aktivitelere gidin. Siyasetle alakadar olun ve bir duruşunuz olsun.Oscar Wilde amca da bunun yaşamımızdaki en önemli şey olduğunu söyler,beni boşverin ona kulak verin bari. Düşünün sorgulayın,her daim septik olun,muhalif olun.Savaşmayın sevişin,şevişmekten kim ölmüş di mi..Kim olduğunuzu bilin.ne geçmiş ne gelecek,yaşadığınız şu anı en iyi şekilde değerlendirin.Ölüm her an kapınızı çalabilir.Herkes bunu bilir de bir gün sıranın kendine geleceğine asla inanmaz. Basit mantıkla:
"gauisse bir insandır ve tüm insanlar ölümlüdür,o halde gauisse da ölümlüdür." Tolstoy'dan alıntı yapıp bakın ben ne çok okudum gibisinden her zamanki ukalalığımla noktayı koyayım.Sevgiyle kalın.

16 Eylül 2012 Pazar

Yedinci Mühür

- Olabildiğince açık konuşmak istiyorum ama kalbim boş. Bu boşluk yüzüme tutulan bir ayna gibi. Kendimi görüyorum içim korku ve tiksintiyle doluyor. İnsanlara karşı duyarsızlığımla kendimi çevremden soyutladım. Şimdi bir hayaletler dünyasındayım. Rüyalarımda ve hayallerimde tutsak kaldım.
-Yinede ölmek istemiyorsun
- Hayır istiyorum
- Neyi bekliyorsun?

- Bilgi istiyorum

- Garanti istiyorsun

- Her neyse…
 
- İnsanın duyularıyla Tanrı’yı kavrayabilmesi o kadar imkânsız mı? O neden yarım vaatlerin ve görülmeyen mucizelerin arkasına saklansın ki? Kendimize inancımız yoksa başkasına nasıl inanç duyabiliriz? Benim gibi inanmak isteyen ama yapamayanlara ne olacak? Ya inanmayan, inanmayanlar? İçimdeki Tanrı’yı neden öldüremiyorum? Onu kalbimden atmak istememe rağmen, neden alçaltıcı ve acı verici şekilde yaşamaya devam ediyor. Neden her şeye rağmen bu gerçeklikten kurtulamıyorum? Dinliyor musunuz?
 
- Dinliyorum

- Ben bilgi istiyorum. İnanç ya da varsayım değil bilgi. Tanrının kendini göstermesini, benimle konuşmasını istiyorum.

- Ama o suskun.

- Karanlıkta O’na sesleniyorum. Ama sanki hiç kimse yok.

- Belki de kimse yoktur.

- O halde yaşam korkunç bir şey. Her şeyin bir hiç olduğunu bilen biri, ölüm karşısında yaşayamaz.

- Çoğu insan ne ölümü ne de yaşamın hiçliğini düşünür.

- Ama bir gün hayatın son anlarında karanlıkla yüzleşmeleri gerekecek.

- O gün…

- Korkumuzdan bir imge yaratır ve sonra o imgeye Tanrı adını veririz.

- Endişelisin.

- Bu sabah ölüm bana geldi. Birlikte satranç oynuyoruz. Bana tanıdığı sürede acil bir işi halledeceğim.

- Neymiş o?

- Tüm yaşamım nafile bir arayıştan… Anlamsızca konuşmalardan başka bir şey değildi. Kızgınlık ya da sitem duymuyorum. Çünkü çoğu insanın yaşamı benim ki gibi. Ama kalan süremi anlamlı bir işte kullanmak istiyorum.

- Onun için mi ölümle satranç oynuyorsun?

- Zeki bir rakip ama daha bir taş bile kaybetmedim.

- Ölümü nasıl yeneceksin peki?

- Fil ve atı birlikte oynuyorum henüz fark etmedi. İki hamlede kenardan çökerteceğim.

- Bunu unutmayacağım

- Beni kandırdın aldattın ama yine karşılaşacağız. Bir yol bulacağım.

- Handa görüşürüz, oyuna devam ederiz.

- İşte elim oynatabiliyorum. Akan kanı hissediyorum. Güneş hâlâ tepede… ve ben Antonius Block. ÖLÜMLE OYNUYORUM.

Gitmeden evvel taslaklarda kalmış bir kaç şeyi paylaşayım dedim.Bu hafta iki blog arkadaşım bu film üzerine yazmış, sevindim doğrusu.İngmar Bergman sineması bambaşkadır. Burada ölümle satranç tahtasının başına geçen kahramanımızın derdi sadece anlama isteğidir. Tıpkı Kafka'nın Dava veya Şato'da ki kaygısıyla benzerlik  taşımaktadır. K. ne sözümona davadan beraat etmeye çalışmaktadır ne de Şato'da gözü vardır.Anlamak ister o, varoluşunun ağırlığı ise yol boyunca yanındadır. İzleyin derim bu filmi.Yoldan geçenleri bilmem de benim takipçilerimin çoğu zaten hatim etmiştir Bergman'ı ;)
YEDİNCİ MÜHÜR





g

11 Eylül 2012 Salı

ain't no sunshine ile başladı...


Joan baez manha de carnaval;ölmek istiyorum..güzel yanları da olmadı değil geçen yılların,ama artık…bu kadarı kafi.Üstat Cemal süreya’nın dediği gibi “üstü kalsın”… hayır yanlış yazmadım, soyadının bir y’sini oynadığı bir kumarda kaybettiği söylenir :)Her kelime yalan.Her yürek vefasız.”Can üzgün perişan can suskun kararsız.Çek git diyor şeytan git sessiz sedasız…” Ne güzel yazmış rahmetli Çiğdem Talu ve ne güzel söylemiş Erol Evgin.
Secret garden- Song froms a secret garden. Aman Allah’ım nasıl bir ezgidir bu. Bir düşünürün “sözler müziğe yapılması gereken mecburi bir cinayettir” sözünü getiriyor akla. Öyle ya aslolan enstrüman değil midir? Kaç zamandır radyo 3’te ve başkaca yerlerde artık neredeyse sürekli klasik müzik dinlemem belki de bundandır. Beyoğlu’nda izbe salaş bir kafe-bar da yıllar önce bunu eski birkaç “rocker” arkadaşıma itiraf ettiğimde çoğunun şaşkınlık ve alaylı gülüşlerinin haricinde yalnızca biri olgunluk olarak görmüştü bunu.Ona göre müzikte gelinebilecek en üst mertebeye ulaşmıştım. Söz uçar yazı kalır derler ya, notalardır nağmelerdir aslında müzikte de geriye kalan. Ne diyorum ben ! nasıl bir bezginlik hali bu. Varoluşum acaba hiç bu kadar ağır gelmiş miydi. Ya istifra etmeye başlayacağım durmaksızın ya da derhal bir şeyler yapmalıyım. Yoksa bu acziyet beni öldürecek. Son bir hafta da öyle acılar yaşadık ki ulusça.Hoş ..ulus demek de faşizm oldu ya şimdilerde ! Milletimizin başı sağ olsun diyor ismi lazım olmayan zat,sorsanız sözünü ettiğiniz bu milletin adı yok mu,yanıt alamazsınız. Türk milleti demek ne ayıp oldu,ilginç..üzücü,kaygı verici. Neyse yeminim var fazla siyasete girmeyeceğim bu blogda.Lakin artık sanattan falan bahsetmek bunca acı içerisinde çok yapay,ayıp,beyhude geliyor.El mecbur blogu kapama vakti yaklaştı sanırım. Yeni bir isimle yalnızca ülke meselelerini ele alacağım bir blogun zamanıdır artık.İsteyen teşrif eder,buradan çaktırmadan laf sokuşturmak sayfanın ruhuna hakaret gibi oluyor sanki.
‘28'i çocuk, 3'ü bebek 61 kişi; zulümden, ölümden kaçarken sığındıkları 'insan kaçakçılarının' teknesi batınca boğuldu.
Afyonkarahisar'da 25 asker ne idüğü belirsiz bir sebeple patlayan cephanelikte boğuldu. Üstelik gencecik, pırıl pırıldılar. 17'si ise henüz 3 günlük askerdi.
Ergenekon davasında tutuklu yargılanan Yarbay Mustafa Dönmez, Silivri Cezaevi'nden zar zor cenazesine yetiştiği gencecik oğlunun mezarında boğuldu.
Silah zoruyla defalarca 'enişte' tecavüzüne uğrayan, sonunda cinayet işleyen Nevin, 'O çocuğu doğuracaksın' kararının altında boğuldu.
Davanın elle tutulur tek bir dayanağı olmamasına, TÜBİTAK'tan gelen rapora rağmen 'kuvvetli suç şüphesinin devam ettiği' gerekçesiyle, şüpheyi sanık lehine kullanmayarak Odatv Davası'nda tutukluluklarının devamına karar veren 'mahkeme'; Soner Yalçın'ı, Barış Pehlivan'ı ve Barış Terkoğlu'nu haksızlığa boğdu.
Siz ne hissettiniz bilemem ama ben şu birkaç gün içinde defalarca boğuldum.'
Tuğçe Tatari’nin geçenlerde kaleme aldığı köşe yazısından ufak bir alıntı. Yanlış anımsamıyorsam life&style tarzı şeyler yazardı köşesinde o bile son birkaç aydır elini taşın altına koyma gereğini kemiklerinde hissetti.Gazeteci olmanın gereği bu değil mi zaten,vatansever olmanın,vatandaş olmanın… “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”
Şimdi de Ne me quitte pas çalıyor playlistimde,playlist ne yahu? Nasılda empoze ettiler dillerini,kültür emperyalizmi böyle bir şey işte.Hatta empoze ne yahu,aşıladılar demek daha doğru.
Terk etme beni ,Unutmak zorundayız, her şey unutulabilir, geçip giden her şey… unutmalı: geçen Yanlış anlaşılmalarla, yitip giden zamanı. ve zaman kaybedilir: anlamaya çalışmakla, geçen o saatleri.. ki zaman zaman, "niçinler" öldürür kalplerdeki mutluluğu… Terk etme beni…İşte şarkının sözlerinin bir kısmının çevirisi.
Sırada ne var derken Fikret Kızılok’un “Gönül” çalmaya başladı. Belki de bana en büyük kazığı atan, yaşlandıran,yani bi tuhaf eden,içime eden,ağzıma sıçan gönlümden başkası değildi. Yaklaşan vaktin sorumlusu gönlümdü. Yapma dedim yaptın gönül,sana böylesi yasaktı unuttun mu gönül?Gözlerin bakar da görmez,ellerin tutar da bilmez,gece gündüz fark edilmez.Demedim mi sana gönül ?Hadi şimdi kurtar beni gönül dedim.Kurtaramadın elbet,kapanmaz bir yarayla öyle dımdızlak kaldım boşlukta. Alıştım ama…her şey gibi acıya da katlanma yolunu buldum bi şekilde. Hayır, onca zaman kaçmayı başarmışken,nasıl yakalanmıştım. Hem de hiç hak etmeyen birine,tersi eşyanın tabiatına aykırı olurdu zaten değil mi ? Acıya tuz basmak gerekirmiş meğer.
Alakasız kıçı başı belirsiz,ileride ulan ben ne yazmışım diyeceğim bir yazı oldu bu eminim.Geri dönüp imla hatası var mı diye bakmayacağımda. Off! Bıktım yalan dolanlardan,insanlardan.En çok kendimden,şu yaşamda Kafka’dan başka tutunacak bir dalım, şöyle elle tutulur somut bir dostum olmadı ya,ne diyeyim.Belki son bir mektup yazarım yakında Kafka’ya,hani burada paylaşır mıyım bilmem.Sonra da..sonrasını kim biliyor ki…
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...