29 Ağustos 2011 Pazartesi

Kent yorgunu

                 İstanbul’u dolaştı son kez. Her zamanki gibi yaptı, önce Beyazıt’a gitti.  Meydanın o sessizliği, ayaklarının dibinden yükselen güvercinler.  Her seferinde buradan geçerken habersizce çekilen bir fotoğrafın parçası gibi hissederdi kendini. Uzun saçları rüzgârla savrulan, eskimekten kumaşı parlamaya yüz tutmuş cekediyle, oldukça zayıf avurtları çökmüş bir adam. Kısa aralıklarla sigarasını ağzına götüren ve yer yer kimsenin duyamayacağı bir fısıltıyla kendiyle konuşurken. Biri çekseydi iyi olurdu hani, amatör bir fotoğrafçının evinde bir köşede bu anın bir sürede olsa yer etmesi hoşuma gider diye düşündü. Derken sahaflara vardı, yine kitaplarla flört etti uzaktan, iç çekti. Tuhaf bir yakınlık hissediyordu kitaplara karşı, tuhaf bir sevinç, tuhaf bir hüzün…  Her daim içeride sayısı bir hayli çok olan kedilerden biri ayağına sürtündü. Eğilip başını okşayacaktı ki, bunu yapamayacak kadar yorgun olduğunu hissetti. Sonra çıkışta Oblomov’u gördü. Turganyev’in bu kitabını ne çok arkadaşına salık vermişti, oysa kendisinin okumuş olduğundan bile emin değildi şimdi. Sultanahmet’e az kala bir ritüel  haline çıkagelen Çorlulu ali paşa pasajına girdi.Çay söyleyip azalmakta olan sigarasından bir tane daha yaktı. Gene cıvıl cıvıldı burası, gençlik nargile tüttürüyor boş laflar edip gülümsüyordu. Ne anıları vardı burada, ister istemez oluşmuştu. Öyle sık geliyordu ki zamanında, öyle çok dostunu sürüklemişti ki peşinde…  Burayı önceleri her seferinde hesabı ödemeden sıvışabildiği için seviyordu. Aslında bunu fark etmelerine rağmen her seferinde göz yuman çalışanlarından dolayı. Öğrenciyseniz ve paranız yoksa da hani, görmezden gelirler sizi. Neden sonra kalktı ve dışarı çıkıyordu ki, önüne dikilen garsona 5 lira verip uzaklaştı içilen bir bardak çaya karşılık. Şimdi bu hareketinden dolayı birkaç genç hesap ödemeden uzayacak ve onlarda izin vereceklerdi buna. Sultanahmet… Neden seviyordu ki burayı, hiçbir fikri yoktu. Şimdiye dek hiçte düşünmemişti doğrusu, parkta oturup bir sigara daha yaktı. Karşısındaki banka oturan İngiliz çiftin ufak çocuğuyla göz göze geldi. Üç yaşlarındaki bu ufak kız çocuğu gülümseyen gözlerle ona bakıyordu ısrarla. Derken güneş iyice yakıcı olmaya başladı. Gölgelerden giderek Sirkeci’ye ulaştı. Meydanda bir iki tur ve ardından galata köprüsüne çıktı. Balık tutanları izledi, kendiside zamanında buranın müdavimlerinden biriydi. Tüm gün balık tutar akşamı beyoğluna çıkar iki tek atardı. Sonra köprünün aşağısına indi son kez, bugün her şey son kezdi. Bir kefeye oturdu, köpüklü birasından yudumlayarak denize ve martılara takıldı gözleri bir süre… Ufka baktı, çok uzaktı ufuk, çok bulanık. Yaşlanmıştı işte, belliydi. Uzak geliyorsa ufuklar ve yüzünü anımsayamıyorsanız artık sevgilinin, yaşlanmıştır insan. İnsan olmanın keyfini yaşadı kısa bir an. Bir kaybeden olsa da insandı en nihayet, tadını çıkarmaya çalışmıştı çok eskilerde de kalsa… Şimdi de hüznünü yaşıyordu işte, geçen yılların o kahredici pişmanlığını. Bunlardan ibaretti ve ister istemez seviyordu, sevmeliydi bu acıları. Deniz düşünmeye itmişti onu, korktu bundan ve birasını hızlıca kafasına dikip yüksek kaldırımdan hızlıca yürüyerek Beyoğlu’na çıktı. Nefes nefese kalmıştı, oysa önceleri günde kaç kez arşınlarda yorulmazdı bu yokuşu çıkarken. Yaşlanmıştı, belliydi. Beyoğlu, ah Beyoğlu vah Beyoğlu. Her sokağını ezbere bilirdi önceleri, her köşesinde başına asfalta dayayıp yatmışlığı bile vardı. Barlarında içmiş, sokaklarında şarkı söylemişti dostlarıyla. Anlatmaya kalksa, anımsamaya başlayacaktı.Anımsamaktan korkacak kadar yorgundu. Beyoğlu aşkıydı, Beyoğlu’nun ikonlarından biriydi bir zamanlar. Ama çok eskilerde kalmıştı bunlar, şimdi yabancıydı herkes her köşe, her mekân. Ve kimse tanımıyordu artık onu, tıpkı onun Beyoğlu’nu artık tanıyamadığı gibi. Gözlerini kapadı tam ortasında, bağırmak geldi içinden. Oracıkta ölmek isteği ne ağır basmaya başlamıştı, neden sonra tramvayın gürültüsü ve Saint Antuan’ın kilisesinin çanlarının sesi kendine getirdi onu. Akşama anlatmalı bunları dedi K.ya ve üzerindeki baskıya daha fazla dayanamayıp evin yolunu tuttu. İyi geceler sevgili K. umarım çok yakında yanında olurum…

23 Ağustos 2011 Salı

Olsun yine de gidelim sevgili...

Gidelim buralardan sevgili, uzaklara gidelim. Derhal gidelim hemen gidelim. Sen yoksun yanımda ama yinede gidelim sevgili. Aslında gerek yok bu davete, nereye gitsem benle beraber değil misin zaten. İnsan kendinden asla kaçamaz derler; birde kimden kaçamazmış biliyor musun? Yüreğini acıtandan, yaralayandan. Öyle deşmiş, öyle oymuş olmalısın ki içini… İşte nereye gitsem senide yanımda götürüyorum. Ama yinede senle gidelim buralardan sevgili, en çok burada sevdim seni, en çok burada adını zikrettim. En çok şu köşedeki çekyatta uyurken girdin düşüme. Yanlış anlama ne olur, burada yoksun ama gene de yanlış anlama. Senden kaçmak değil bu, hani hep düşünü kurduğumuz o uzun rotasız yolculuğumuz gibi düşün.
Bir ara hatırlıyor musun şöyle demiştin, yeminler olsun demiştin bunu, demiştin ki; ‘ beni o kadar çok sevdin, öyle büyüttün ki içindeki sevgini, sen beni sevmiyorsun. Sen hayalini kurduğun beni seviyorsun, oysa ben o değilim, o ben değilim.’  olsun yinede gidelim sevgili, yeşilin hiç bitmediği gökyüzünün her daim masmavi olduğu o yere gidelim. Yalnızca ikimizin olduğu ya da her şeyin ikimizin etrafında var olduğu o yere gidelim. Benden ayrıldın mı sanıyorsun sevgili, öyle kolay mı sevgili. İçin rahat mı sevgili? Biliyorum bedeninin üzerinde başka eller dolaşıyor şu an, hatta unuttuğum zamanlar, unutmak istediğim zamanlar, hatırlatmak için söyledin bunu. Yazın başlangıcıydı henüz, bir resmini bile göstermiştin. İlteriş’miydi neydi bir tuhaftı herifin ismi, bir bıçak daha yemiştim yüreğime, daha bir yer etmiştin içimde. Acıttıkça içimi daha fazla sevdim ben seni… Olsun yinede birlikte gidelim sevgili.
Senin aracılığınla sevgiliye K.
Dün yazdım ama yollayamadım sana bu mektubu, zaten sana değildi yazılanlar, ona hiç değildi. Düpedüz kendim için yazmıştım bunu, tıpkı sana daha önce yazdığım mektuplarda olduğu gibi. Bir boş vermişlik var üzerimde sevgili K. sonu hayrıma olmayacak bir boş vermişlik. Sanki yaşamıyorum bu hayatı, sanki izleyicisi gibiyim hayatımın. Yapabildiğim tek şey izlemek, edilgenlikten bile daha öte bir durum benimkisi. Acıyorum bu adama K. ve bir o kadar da seviyorum gibi. Zor bir şey hani yaptığı, ya da öyle kolay öyle salakça bir durum ki bu eylemsizliği.. Hani dalga geçmekle beraber tuhaf bir cesaret ister bu.  Tuhaf bir başkaldırış tanrıya, beri yandan düpedüz kadercilik bu yaptığı. Öyle zıt kavramları öylesine bir arada yaşıyor ki, tuzlu ile tatlı su birbirine karışmaz ya ama bir aradadırlar hani. Homojenlikle heterojenlik iç içe geçmiş. İnsanın ancak Allah Allah dediği bir durum işte. Bir tuhaf adam yani… Gelgitler, anlaşılmayan bir yazı yazanın dahi anlamadığı.. Aman çokta umurumdaydı sanki.. bizbizeyiz şurada sevgili K. hele bir defter edinelim daha dönmeyiz buralara… Susayım değil mi artık, bence de.

18 Ağustos 2011 Perşembe

18 ağustos 2011/ gece

                       Anlaşılamamanın o hüznü, anlaşılmaya çalışmanın yorgunluğu ve sonunda pes ediş. Ebedi teslimiyet, belli bir yaştan, yaşanmışlıktan sonra böyle oluyor insan. Onca şeyden, onca yoldan, onca kitaptan ve onca sonuçsuz tartışmalardan sonra. Belki de aynı orantıda anlamaya çalışmaktan da vazgeçmiş olabilirim. İkili ilişkilerin yorgunluğu, o tuhaf bezginlik hali. Çok dezavantajları da var bunun, çeneni kapatıyorsun, susuyorsun. Karşı taraf için hele yeni tanıştıysan düpedüz en hafif tabiriyle bir malsın işte. Bilgisiz ilgisiz bir adam, belki de küstah. Yalnız dedim ya alışıyorsun buna ve dert etmiyorsun. O kaçınılmaz kırgınlıkları yaşamaktan çok daha iyi bir seçim bu. Hadi kabuğumuza çekilelim K. daha da derine inelim. Hani şu Raskalnikov, şu unutulmaz karakter gibi evimizden çıkarken başka bir yol tercih edelim. Kimseye gözükmeden, hatta şu uzun saçlarım ve küpemde semtimde oldukça ilgi çekiyor. Kurtulalım bunlardan, daha silinik renkli kıyafetler seçelim. Otobüse bindimi- mümkünse yürüyelim- en arkaya en diplere çekilelim. Soru sormadan biri konuşmayalım ve mümkünse cevaplarımız evet-hayır gibi kısacık olsun. Hava karardımı ve eve döndümü kâğıdın kalemin başına geçip yazmaya başlayalım. Birinden aşırdığımız kitabı okuyalım, eskilerden bir kaset koyup müzik dinleyelim. Kaset; hala kaset diyen ender insanlardan biri olsam gerek. Yada oturup güzel bir kadın resmedelim, ama pek de güzel olmasın hani. Hala bir resme bakıp âşık olabilecek kadar saf senin yüreğin. Yada hepsini koy bir yana, televizyonu açalım. Mesela bir futbol programı veya çetin bir tartışma programı şu üç kardeşlerin kanalında. NTV- CNN ve HABERTÜRK.. Onlar uyutur seni beynini, uyuşturur. Sabaha karşı gözler tek bir noktaya kilitli ve ağzından salyalar akarak yarı uykulu sabah edersin. Belki bir an, kısacık bir an uykuya dalarsın. Ne mutlu sana…
                                  Bu gece bir dostuma yazacaktım sevgili K. yalnız sana yazmadan ona yazabilmem imkânsızdı. Çok iyi bir dost, hatta dost kelimesi tam ifade edemiyor durumu. Aslında ifade edebilecek herhangi bir sıfat da yok. Senle aramızdaki ilişkiyi bile açıklayabilirim ama bunu anlatamıyorum işte. Bu tanışıklıktan oldukça mutlu olduğumu söyleyebilirim sadece. Neredeyse tanrının varlığına inanabileceğim kadar hoş bir kesişme yaşadık. Hayatıma en doğru zamanda giren yegâne durum ve belki de en doğru şekilde. Kendimi uzun yıllardır ilk kez şanslı addediyorum. Sen şimdi diyeceksin ki hadi sonlandır bana yazmayı da şu çok sevgili dostunla ilgilen. Unutuyorsun ki seni tanımış olmaktan duyduğum haklı sevincin hiçbir şey önüne geçemez. İlk kez okumaya başladığım ve yarıda bıraktığım Bukowski’yi saymaz isek Sartre’ın “ AKIL ÇAĞI”NI okuduğumdan beri – bir yılı geçti- hiçbir kitap okuyasım kalmadı. Sanki noktaydı benim için, üstüne okunacak hiçbir şey yok gibi hissediyorum. Kötüsü yazacak bir şey de yok sanki. Ne zırvaladım değil mi bu gece, kendine bile ispattan yoksun olunca böyle oluyor insan. İyi geceler diliyorum sevgili K. sevgiyle kal, hoşça kal…

14 Ağustos 2011 Pazar

BÖCEK

                Aynı resim çizmek gibi, boş bir kağıt ve yazmaya başlıyorsun. Ne yazacağını bilmeden, yazdıkça şekilleniyor. Çoğunluk laf kalabalığı işte, ancak sana yazmak zorundayım sevgili K. kendimi buna mecbur hissediyorum. Beni merak ediyorsan yeni bir şey yok, hep aynı işte. birbirini kovalayan günler, o kadar benziyor ki bir günüm diğerine. Bazen sanki hep aynı günde takılı kalmışım gibi hissediyorum. Uzunca bir gün, çok uzun. Ve ne yapacağını bilememek, böyle uzun bir günde ne yapmalı insan. Ne yaparsam kendimi mutlu hissedeceğim. Belki çoğunun dediği gibi hayat üç gündür gerçekten, dün bugün ve yarın. Yok; buna da katılmıyorum. Dün bir yanılsamadan ibaret değil mi? yarın ise bir muamma, aslolan bugündür. Öyle ise gününü gün eden, hiçbir şeyi dert etmeyen gamsız diye nitelediğimiz insanlara neden kızıyoruz ki. Yani neden kızıyorum. Olması gereken bu gibi sanki ama bu da tam doğru değil gibi geliyor bana. tatminsizlik değil benimkisi, aksine hayattan beklentilerim yok denilecek kadar az. Ben günlere bugün ne kadar az zarar görerek atlatabilirim diye bakan biriyim. Hani zarar görmekten de korkuyor değilim, daha doğrusu bu düşünce doğrultusunda sevmeye güvenmeye yaşamaya korkan biri değilim. yalnız bu savunma hali her daim mevcut. Günceme sayfalar dolusu yazıyordum, belki bu sanallık.. bir deftere ve kalem değil de tuşlara dokunduğumdan dolayı belki böyle kısa tutuyorum yazmayı. Söz en kısa zamanda başını ağrıtacak kadar uzun ve seni bile sıkacak kadar ağır şeyler yazmayı planlıyorum.. Sevgiyle kal sevgili K. Yaşamdan sonra gerçekten topyekun bir araya geleceğimiz doğruysa, varsa böyle bir yer görüşmek dileğiyle. Hoşça kal.
Bir sabah tedirgin uyanan Gregor Samsa, kendini dev bir böceğe dönüşmüş buldu. Zırh gibi sertleşmiş sırtının üzerinde yatıyor, başını biraz kaldırınca yay biçiminde katı bölmelere ayrılıp bir kümbet yapmış kahverengi karnını görüyordu. Vücudunun kalan bölümüne oranla acınacak kadar cılız bir sürü bacakçık, ne yapacaklarını şaşırmış, gözlerinin önünde aralıksız çakıp sönüyordu.

9 Ağustos 2011 Salı

Mendilimde kan sesleri

     
                   Sevgili K. yaz mevsiminden nefret ediyorum; öte yandan bende diğer bir çok kişi gibi cazibesine kendimi kaptırıyorum. Tembelleşiyor, miskin miskin oturuyorum. Düşünmenin bizzat eylem olduğunu bu aylarda anlıyorum. Zira düşünmek dahi bu sıcaklarda zor geliyor insana. İçimde ne zamandır var olan ve giderek alıştığım büyüttüğüm hüznüm dahi sanki derin bir uykuda. Yazla beraber diğer tüm canlılar gibi hormonlarıma söz geçirememek beni hayli şaşırtıyor. Boş boş gezinmek, yeni aşklara yelken açmak anlamsız şeylere dahi gülümsemek istiyorum. Yurdumun ve dünyanın sorunları askıya alınmış gibi sanki. oysa işte örnekse Silivri’de insanlar birer sanık olarak yıllardır tutukluluk halleri devam ediyor. Gün geçmiyor ki teröre yeni bir şehit vermeyelim. Ya sınırlarımızdaki yangın hali… her ne kadar alakadar gibi dursam da sanki gereken tepkiyi, duyarlılığı göstermiyorum. Onu dahi unuttum, hoş unuttun demek bile hala akılda olduğunun göstergesidir ya.. hem o istememiş miydi bunu. Gene de bilemiyorum. Neyi ne kadar biliyoruz ki, ne kadar bilmeliyiz ya da. Yaptıklarımızın kaçını bir nedene bağlıyoruz sanki. nedensizce yaşıyoruz gibi, tesadüflere boyun eğmenin o dayanılmaz hafifliğine kapılmış savruluyoruz.
                  Sevgili K. dün aramızdan ayrılalı uzun yıllar olmuş sevgili Edip Cansever’in doğum günüydü. Senle bir şiirini paylaşmak istiyorum. Hem ustayı yad etmiş, hem de senle tanıştırmış olurum.
Mendilimde Kan  Sesleri/ Edip Cansever
Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanin beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, kösebaslarina
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(bir kuyu halkasıyla sikistirilmistir kalbi)
Ve sözlerine
(yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir sigara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye?ye Ahmet abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Sigara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da şimdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kil gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet abi
Uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cigarani getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini islerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim su ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki simdi
Hayalsiz yasıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İsçiler
Almanya yolcusu isçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor simdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İste o kadar.

Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri

2 Ağustos 2011 Salı

mahkeme bir avukat tutmanıza izin vermez...

                Uykuya yenik düşmek üzereyim sevgili K. az önce penceremin altında inatla davuluna ahenkten, ritim duygusundan bihaber vuran davulcunun gürültüsü dahi üzerimdeki uyku havasını dağıtamadı. Üstelik etraftaki arabaların alarm sesleri de tuhaf bir eşlik ettiler duruma.Voonk,vonkkk,cikkkicikk ve bibip!gümbede gümbede güm. Şu sokak köpeği bir yandan uuhhuu! Bende inatla radyo3’te klasik müzik dinliyorum bir yandan. Ne gece doğrusu, yalnızlığım yanımda hala uykuya direnebilmemin şaşkınlığını yaşıyor. Neden hep son anda kalemi elime alasım geliyor ki; ne kalemi yahu tuşlara dokunup duruyorum işte. Zaten çirkin ötesi olan el yazım eminim son birkaç yıldır daha da kötüleşmiştir. Bunu da kimse anlamadı doğrusu bende, hani fena bir çizer değilim. Hatta iyide sayılırım, nasıl oluyor da böylesi çirkin yazıyorum. Düşüncelerim öyle yoğun ki, bir an önce yazmak istiyorum sanırım. Tıpkı jet hızıyla konuşmam gibi, parmaklarım ve dilim düşüncelerimin hızına yetişemiyor olmalı. Aklıma nedense Dava’da söylediğin bir söz geldi: ‘mahkeme bir avukat tutmanıza izin vermez buna sadece göz yumar’. Sanırım benzer bir şeydi. Ne ağır ne soğuk bir söz. Gerçekten böylemidir???
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...