27 Kasım 2013 Çarşamba

Orson Welles,Hemingway’i döverdi.

Gece 02.30 ders çalışmaya kendimi fazlaca kaptırdığım günlerden biri. Üstelik felsefe dersi, her zaman boğuştuğum varoluş problemi üzerine çalışıyor olmak. Heideger’ler Sartre’lar… Of! başım zonkluyor. Otuzundan sonra okuma aşkı depreşince böyle oluyor işte. Nihayet yatma vakti, ulan hadi bi televizyona bakayım diyorum yatmadan evvel. Ve ne göreyim ilerleyen yaşına rağmen hâlâ güzelliğini muhafaza eden Nicole Kidman. El mecbur biraz bakmalıyım, yanında iri kıyım bir adam üstü başı kan içinde, “Hem” falan diye çağırıyorlar. Yoksa Hemingway’mi? (Tesadüfe bak,geçen bahsetmiştim bu blogda.)Yanılmıyorum ta kendisi, av meraklısı maceraperest bir adam olduğunu biliyordum, yazdıklarının ise birçoğunun kendi hayatıyla örtüştüğünü. Tecrübe etmediği hiçbir şeyi yazmamıştır kanımca. Kafamda oluşturduğum tasviri ile birebir uyuşturmayı başarmış Philip Kaufman. Zaten “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” filminde beni kendine hayran bırakmıştı. Bir romanın sinemaya uyarlanışı zordur. Asla, önceden kitabı okuyanları memnun edemez insan. Lakin Kaufman, Kundera’nın romanını öyle kusursuz perdeye aktarmıştı ki… Neyse, şimdi Kidman’ın güzelliğinin yanında Hemingway’ı biraz daha tanımak adına filmi sonuna dek izlemeye karar veriyorum. Yalnız parantez açalım Kidman’ın sadece duru güzelliği değil, oyunculuğu da kusursuzdur benim için. Hatta hitchcock dönemine yetişseydi bence kesin vazgeçilmez oyuncusu olurdu. Vertigo’dan KimNovak, psycho’dan Janet Leigh’e bakın. Soğuk asil sert mizaçlı sarışınlar hitchcock’un hep tercihi olmuştur. Bu arada egzistans yani varoluş J filminden anımsayacağınızı sandığım Jennifer Jason Leigh’in sanırım annesidir. Biz filme dönelim.

Bir yazarın özel hayatını bilmek ya da birebir tanışma fırsatı bulmak çoğu zaman hüsrana uğratır okuyucusunu. Çünkü asla kondurduğunuz kişi olmadığını üzülerek öğrenirsiniz. Ayrıca gereksizdir de kanımca. Filmi izlerken Hemingway’ın maceracı ruhunun, bencil küstah maço tavırlarının altının çizileceğini biliyordum, önceden biyografisini okumuştum zira ve yanılmadım. Çok rahatsız olduğum av merakı ise fazlasıyla irdelenmişti. Birkaç evlilik yaptığını da biliyordum. Sanırım Kidman’da bu kadınlardan birini canlandıracaktı.Martha Ellis Gellhorn. Filmde bu kadına eşit ağırlıkta yer veriliyordu. Zaten bugün imdb’den filmin adının Hemingway& Gellhorn olduğunu öğrendim. Gellhorn Hem’in üçüncü karısı ve onu tek terk eden aşkı. Alelade bir kadın değil Gellhorn. Dünyanın ilk kadın savaş muhabiri. Filmde Hem ile tanıştıktan sonra onla birlikte İspanya’da yaşanan iç savaşa tanıklık etmek için savaş muhabiri kılıfına bürünerek bu işe koyuluyor. Hemingway, bu yolculuğa bir belgesel çekmek için çıkar. Zira ilk mesleği gazeteciliktir ayrıca Kızılhaç’ta ambulans şoförü olarak çalışmış bu görevi esnasında ağır yaralanmıştır. Filmde sadece bundan sözlü olarak bahsediyor, belki kaçırdığım ilk birkaç dakikası böyle başlamıştır. General Franco’nun faşist düzenine karşı çıkanların cephesinde savaşa bizzat katılırda Hemingway. Gellhorn’da onla beraber cephededir. İspanya’ya ilk vardıklarında bir sinema afişinde ünlü “Silahlara Veda” adlı romanının film afişini görürler. Hem, bu esnada tüm dünyada tanınmış saygın bir yazardır yani. Neyse efenim Gellhorn film boyunca anlatıcıdır zira hayatının son demlerinde bir röportaj vermektedir. Savaşın soğuk acımasız yüzünü ve Hemingway’i onun gözünden görürüz. İspanya’dan ayrıldıktan hemen sonra evlenirler. Öncesinde kafamı attıran bir sahne var sayın okur. Hani bunlar döndüler ya, çektikleri belgeseli montajlarken bizim Hem amca belgeseli seslendiren adamın ağdalı bir üslup kullandığını düşünerek yaka paça fırlatır. Arada Orson morson falan diyor. Ulan acaba dedim? Evet, silkelediği Orson Wells üstattan başkası değilmiş. Ya Gellhorn abla buna şahit olmuşta ne bileyim. Hem amcaaa, vallah Orson abi seni dümdüz ederdi bence. Senden daha iri kıyım olduğu da su götürmez bir gerçek. Ayrıca koskoca Welles’i ikna etmişsin yakıştı mı sana. Ardından geçip seslendirmeyi de kendi yapar. Gellhorn’un bir toplantı salonunda yaptığı konuşmada ondan çok alkış almasına da bozulur falan. Zaten Orson Welles giderken diyor ki : “ seni gidi getirildiği yeri hak etmeyen narsis herif”  Sonrasında Gellhorn ile evlenirler. Ona öyle âşık olur ki ünlü romanı “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” eserini bu dönemde verir ve Gellhorn’a ithaf eder. Zaten bilindik yazar profilinin çok dışında kalan Hem, öğrendim ki yazılarını ayakta dimdik yazıyormuş. Hani amuda kalkıp yazsa gene şaşırmazdım J Sonraları Gellhorn’un meslek haline getirdiği savaş muhabirliği sebebiyle onla başta Çin olmak üzere birçok yere birlikte giderler. Çünkü evde onsuz geçen zaman, bir bakıma Hem için kupkuru ve anlamsızdır. Gellhorn zamanla çok ünlü bir savaş muhabiri olup çıkar. Bir gün belki bunu hazmedemeyen Hemingway çalıştığı dergideki işini (sanırım Colier) ondan alır. Bu bardağı taşıran son damladır Gellhorn için. Tanıdığı adamın maço yüzü, nobran tavırları iyice ayyuka çıkmıştır. Gene de hemşireleri taşıyan bir sıhhiye gemisine kaçak binerek savaşı ilk aktaran kalem olmayı başarır Gellhorn. Nihayetinde boşanırlar. Gellhorn hayatını savaştan savaşa dolaşıp muhabirlik yaparak geçirir. Hemingway ise başka bir kadınla yaşamaya başlar, filmde gösterilmiyor ama sanırım bu kadınla dördüncü evliliğini yapar. Çok sonra en büyük eseri, geçen yazımda bahsettiğim, Pulitzer ödüllü “İhtiyar Adam ve Deniz”i kaleme alır. Kendi yaşamından izler taşıyan bu romanında, hayli yaşlanmasına rağmen sandalıyla uzağa açılan balıkçının devasa bir balık ile mücadelesini konu alır. Sonunda balıktan geriye bir şey kalmaması çok şey anlatmaktadır.

Gellhorn ile Çin'de
Böylesi renkli bir hayat yaşayan Hem, belki yaşlılığın verdiği imkânsızlıklardan, belki de unutamadığı aşkı Gellhorn yüzünden 62 yaşında evinde av tüfeği ile kendini vurarak hayatına son verir. Kim bilir birçok avında masum hayvanları zevk için öldürdüğü tüfektir belki bu. Filmde geçen hoş repliklerde vardı fakat tam olarak aklımda değil. Yine filmde aktarılmayan ama az bir şey araştırma yapınca gördüğüm, Gellhorn’da tıpkı Hemingway gibi 89 yaşında aşırı doz ilaç kullanarak yaşamını sonlandırmış.

Ben filmi ne yalan söyleyim sevdim, aksi olsa yazmadım zaten. Ama okuduğum eleştirilerin çoğu olumsuz. İMDB 6.2 puan vermiş.(Bende bundan fazla vermezdim, hatta birazdan siteye girip bi 6 puan çakayım J)Kabul konular çabuk işlenmiş, olaylar ve kişiler öyle üstü geçirilerek aktarılmış. Lakin bu denli renkli, macera dolu bir hayatla geçen ömür iki saate nasıl sığsın ki? Ayrıca bir değil iki hayat, Gellhorn’da Hem kadar işlenmiş. Hadi! Hem, Hemingway’in kısaltması anladıkta filmde sıkça Papa diye de sesleniyorlardı. Sebebini bulamadım. Son söz: Bırakın sevdiğiniz yazarlar hayalinizde canlandırdığınız gibi kalsın ;)

Fidel Castro ile Küba'da

Afrika'da avlanırken...

Kerem Görsev’le Jazz
Joy fm’de birkaç ay önce farkına vardığım ama bir şekilde sürekli kaçırdığım eşsiz bir program. Görsev önceleri TRT’de ve sanırım tv8’de de bir süre program yapmıştı. Ama reyting savaşlarının acımasız dünyasında yer bulması neredeyse imkansızdı. Şu an dinlediğim, anladığım kadarıyla 20 kasım’a ait.Demek pzt günleri yayınlanıyor,bunu akla yer etmeli. Yalnız bu programın tekrar olması korkuttu. Programı Mehmet Uluğ’u yâd ederek açtı. Daha önce adını duymamıştım, Babyloon’un kurucusuymuş  Akbank Caz Festival’i gibi önemli festivallere öncülük etmiş. Maalesef bu yakınlarda aramızdan ayrılmış. Mekanı cennet olsun.Sizle  yayında dönen şarkılardan birisini paylaşacaktım ama filmde sıkça İspanya iç savaşında geçen Ay carmela ile noktalamayı uygun buldum. http://www.youtube.com/watch?v=8HFaN1SoD7I







24 Kasım 2013 Pazar

Daldan dala...edebiyat ve sinema...


Hiç yazasım yoktu aslında ama sıkça takip ettiğim bloglardan biri Sarter’in “Sartre amca’nın” (bu amca benzetmesi yalnız bana ait sanıyordum J ) bir kitabını paylaşmış. Kitabın albenisi müthiş, zaten  Sartre olması okumak için başlıca neden ama ondan ziyade kitabın Varlık yayınlarından çıkması ve eprimiş görüntüsü insanın başını döndürüyor.Ama ben hâlâ Sartre’in özgürlük yolu üçlemesinin kalan ikisini okumayı hedefliyorum.Allah’tan ödünç kitap veren Taksim’deki Atatürk kitaplığından bunları bulabileceğimi öğrendim. Ne demek istediğimi aşağıda bir örnekle de anlatacağım ve eminim edebiyatsever birçok kişi benle aynı fikirde olacaktır. Bir erkek olarak diyebilirim ki neredeyse mesela hmm… mesela Eva mendes’in bir fotoğrafı veya eprimiş bir kitabın kapağı bana yakın bir his yaşatıyor. Bu benzetmeyi da sanırım sadece az sayıdaki hemcins okurlarım anlayacaktır J  ya da madem konumuz edebiyat, Mendes’i Nicole Kidman’ın Virgina Woolf’u karakteri ile değiştirelim J Bknz. 

Uzun yıllar önce elime Ernest Hemingway’in Kilimanjaro'nun Karları adlı kitabı geçmişti. İyi yanı ufak yaşıma rağmen TRT’de filmini de izlemiş ve çok beğenmiştim. Okumak için sabırsızlanıyordum ve bir çırpıda okudum. Filmin öyküden çok daha iyi olduğunu itiraf etmeliyim. Başrolünde bir çoğunuzun anımsayacağı Mobidyck’in kanlısı kaptan Ahab başroldeydi,(Gregory Peck) bu da filmi kitaptan üstün tutmama önemli katkı yapmıştır muhakkak.  Neden Mobydick’e atladığıma gelince aynı Peck işte Klimenjero'nun Karları'nda oynamıştı:)Benzer bir konu olan “İhtiyar adam ve deniz” de aklıma geldi ki bu da Hemingway’in ünlü öykülerinden biridir. Burada da Spencer Tracy’nin performansı unutulmazdı. Daldan dala atlamaya devam… ve yıllar sonra Hemingway’in adı Meg Ryan ile N. Cage’in başrolünü paylaştığı City of Angels’da geçiyordu. Anımsadınız mı ? hani Cage’in Meg’ e hediye ettiği kitap. Bknz  

                                                                                          


 Mobydick- Gregory Peck                                             Old man and the sea- Spencer Tracy


İşte böyle sayın okur ve işte Kilamanjoru’yu bir çırpıda okumama neden olan şey.Sizde benim gibi soldaki kitabı görünce sağdakine göre tuhaf bir cazibeye kapılmaz mıydınız ?
                                            

      Dipnot: sanırım Robert Redford ihtiyar adam ve deniz'in yeni uyarlamasında oynamış.Ya da çok benzeri bilemedim. Ancak ustanın en iyi performanslarından biri olduğu kulislerde konuşuluyor. Bir de gregory Peck'i imdb'de biraz araştırdım da hâlâ yüzyılın en iyi filmlerinden biri olan bülbülü öldürmek'i izlemediğimi farkettim,bu da kendime kişisel nottu :) İyi seyirler,okumalar...

17 Kasım 2013 Pazar

Bilmeye cüret et !


‘Güzel şeyler olacak’ demişti birisi; bilakis kötü şeyler oluyor. Kötü… Bazı şeylerin ayırtına ise çok geç varıldı ve maalesef o da yarım yamalak. Ta en başından, tehlikeyi gören ufak azınlık ise…  Azınlıktı işte.
 Ne zamandır blogu kapatmayı düşündüğümü bilen bilir. Çünkü sözün bittiği yerdeyiz. Sığınabileceğim tek liman bilim kaldı. Güzelim, canım bilim. O halde kapatmak yerine sosyoloji bilimine sığınarak, fazla yorum getirmeyerek konuya hâkim olabildiğim kadarıyla ve fırsat buldukça bir şeyler anlatmaya çalışacağım. Ne anlayacağınız ve nasıl yorumlayıp hayatınıza uygulayacağınız sizin probleminiz diyerek ilk konumuza geçelim.

Yukarıda iki kart görüyorsunuz. Solda tek olan çizgi, sağda bulunan üç çizgiden hangisiyle aynı boydadır? Sanırım cevabı hemen buldunuz. Elbette c çizgisiyle yani en sağdaki ile aynı boyda. Peki diyelim beş altı kişiyle bir odadasınız ve hepsi bariz şekilde sizin tam aksiniz yanıt veriyor. Sizce bu durumda davranışınız nasıl olacak. Gözlerinize mi güveneceksiniz yoksa gruba uyma eğilimimi göstereceksiniz?

 1950’li yıllarda Asch normatif sosyal etkinin gücünü ölçmek için böyle bir deneye başvurur. Çalışmaya katılanları gruplar halinde test edeceğini söyler ama aslında her grupta yalnızca bir gerçek denek vardır. Sözde gruplara 18 çift karttan oluşan çizgileri eşleştirmelerini ister. 6’sında doğru cevabı verirler ama kalan 12’sinde bilerek yanlış cevabı verip deneği şaşkına çevirirler. Sonuç: Deneklerin yüzde 77’si 12 hileli turdan en az birinde gruba uyarken yüzde 32 ise 7’sinden fazlasına uyar.  Başkalarının yargılarına güvenmek bir yana sivrilmemek, göze batmamak adına gruba uyarlar. İnsan sosyal bir hayvandır.  Burada atlanmaması gereken diğer bir önemli durum ise denek dışında bir kişi dahi gruba uymayıp doğru yanıtı verdiğinde gerçek deneğin uymama ihtimalini önemli ölçüde artırmıştır.  İşte ilgili video :


Sorulması gereken çokça soru var değil mi. Yaptıklarımız, beğendiklerimiz, saçınızın stili, üzerinizdeki elbise, tuttuğunuz parti, karşı cinste aradıklarınız, aldığınız kitap, izlediğiniz film vs. Acaba ne kadarı bizim bilinçli tercihimiz. Sosyal etkiye bu denli açık olmamız oldukça düşündürücü ama öte yandan kaçınılmaz. The Simpson adlı çizgi dizide, ailenin zeka vaat eden kızı Lisa’ya biri sorar. “ Lisa ipod’unda hangi şarkılar yüklü merak ettim. Lisa : “Elbette medyanın ve toplumun biz çocuklara dayattığı harika bir liste.”  Benzer şekilde dönemin harika dizisi Nip-Tuck’da güzelleşmek adına insanların ödediği maddi ve manevi bedeller keskin bir şekilde irdelenmişti. 18 yaşın altında çocukların bile bıçak altına yatması kaygı vericiydi. Dik göğüsler, kalkık popolar veya altılı baklavalar… Acaba bundan çok değil iki üç asır önce güzellik estetik anlayışı böylemiydi? Bir yandan sağlığımızı tehdit eden ama o enfes güzellikteki gıdalar, öte yandan sen şiştin hadi şimdi zayıfla diyen sağlık estetik uzmanları. He n’apsın çark bir şekilde dönecek, eh o da haklı be… 



6 Kasım 2013 Çarşamba

Durumlar...


Hani neredeyse otuz küsurluk ömrüm yaya olarak geçti; hâlâ da öyle. İstisnai durumlarda toplu taşımayı kullanıyorum. Bugün de öyle bir gündü. İstanbul kart dolum yapan bir kuruyemişçinin dükkânına girdim. Geçen diyalog birebir şöyle: abi akbil dolum yapıyor musunuz diye sordum. Yapıyoruz dedi. Cüzdanımdan pasomu ve cebimdeki son iki lirayı çıkardım. Adamın birden suratı düşüverdi ve kardeş beş liradan aşağı dolum yapmıyoruz dedi. Eski ben olsam hiç uğraşmam ama hadi bir sorayım ulan dedim. Neden, böyle bir kanun mu var? Yok, abi de… zarar ediyoruz, demez mi. Ne zararı diye sorunca, dedi ki; çıkan kâğıdın masrafını çıkarmıyormuş. Başta şaşkınlık, ardından ne kadar zavallısın bakışımı atıp alaycı bir gülümsemeyle peki diyerek cüzdanımı geri soktum. Tam çıkıyordum ki, arkadaş ya insafa geldi, ya da gülüşümden alınmış olacak; başka paran yoksa doldurayım diyerek aklınca bir lütufta bulundu. Kinayeli bir şekilde, yok madem zarar ediyorsun kalsın diyerek çıktım. Sorun değil zaten yürüyeceğim mesafe en fazla 10 km olsun, nerdeyse günlük rutinim bu benim. Hani ben uzun saçlarım, kulağımdaki küpemle üç aşağı beş yukarı toplum tarafından nasıl bir kalıp yargıya oturtuluyorsam ki çaylak bir sosyolog adayı olarak diyebilirim ki son derece hatalı bir davranıştır bu. Muhatap kaldığım abi de, tıpkı benim gibi rahatlıkla başka bir zıt kalıba oturtulabilecek görünüme sahipti. Benzer hataya düşmemek için oradan yürüyecek değilim konuya. Bunu biraz da biz yapıyoruz, kaç defa şahit oldum. Kimse beş on liradan aşağı doldurmuyor, sorunca diyorlar ki ayıp olurmuş! Semtimize ilk büyük marketler zincirlerinin açıldığı zamanları hatırlıyorum, hepimiz muhakkak içeriden bir araba alır tıka basa doldurup öyle geçerdik kasaya. Öyle ya, koca market lütfedip semtimize şubesini açmış, bir çiklet alıp çıkacak değiliz di mi? Bu yargılar nasıl oluşuyor daha tam anlamıyorum, mezun olunca anlarım artık. Sonrasında bakkaldan yalnızca ufak tefek şeyler almaya başlamıştık. Durumun farkında olduğundan kırk yıllık bakkal amcamızın dargın bakışları altında ezilip çıkardık oradan. Küçük esnafı can çekiştiren, majör ölçüde devlet politikaları, minör ölçüde ise işte bizim bu tuhaf insani tavırlarımız oldu. Bunla ilgili Ferhan Şensoy’un "kahraman bakkal süpermarkete karşı" isimli şahane bir oyunu vardır. Dileyen için işte linki: http://www.youtube.com/watch?v=xrH_SmaciFc Akbilimi doldurmayan abi, bilesin ki ben başta bakkallar olmak üzere küçük girişimciyi hep destekledim, yanınızda oldum. Hâlâ, arada büyük bir fiyat uçurumu yoksa alışverişimi sizden yaparım. Hatta mahalleye yeni bir bakkal, manav, kasap falan açıldı diyelim, tutunabilsin diye her zamanki yerimden feragat edip bir süre oraya giderim. Hani yarın toplanıp eylem yapsanız, vallahi yeminle bende gelip sizi desteklerim. İşçiyi desteklemek için işçi, kadına şiddetini kınamak için kadın, eşcinsel haklarını savunmak için eşcinsel, emekli maaşını yapılan zammı protesto etmek için emekli, trolle avlanmayı kınamak için palamut olmak gerekmediği gibi. Hatta pekâlâ bir burjuva çıkıp asgari ücreti protesto edenlere katılabilir. Zaten hemen tüm önemli sosyalistler, neredeyse varlıklı ailelerin çocukları değil miydi? İlk AVM’lerin açıldığı zamanı da anımsıyorum. Biz günümüz gençleri artık Beyoğlu’na giderken giyimimize özenmiyorduk. Ama söz konusu bir avm ise cafcaflı giyinmeye özen gösteriyorduk. ( şimdiden bahsetmiyorum, on yıl öncesinin tespiti) Allah’tan gün geldi yırtık ve taşlanmış kotlar,( taşlanmış kota karşıyım elbette, zira imalathanelerinde sağlık şartları yok denecek kadar az) yakası kesik tişörtler, kenarı açılmış şapkalar vb. moda olup çıktıda, biz fakirler rahatlıkla insan içine çıkabilir olmuştuk. Bohem’lik moda oluverdi özetle ki aslında bir bohem olan bana sorsanız, mecburiyetten böyle giyindiğimi söylerdim size . Ne günlerdi be… Zeytin külahını anımsayanınız var mı? Her sabah evin en ufak veledi olarak bakkaldan 50-100 gram arası zeytin alırdım, keza peynir falan da öyle. Sadece biz değil herkes böyle yapardı. Herkes mi yoksuldu yoksa bilinçli tüketici miydik o vakitler. Ulan sahiden kese kâğıdı ne revaçtaydı, herkesin bir Pazar torbası vardı alışverişe çıkarken. Bir de çevreciymişiz hani. Şimdi bunları özendirici kamu spotları yapılıyor. Konuyla alakası yok ama bir dönem Tan gazetesi alınca bakkal kazı kazan verir, kazıyınca hediye bira çıkardı be… (bende amma yaşlanmışım) Yaşlılık dedim de haksız sayılmam, ben bu akbil konusunu bir şekilde Dostoyevski’nin “ Suç ve Ceza” adlı romanından bir bölüme bağlayacaktım ki konu nerelere geldi. En azından Raskalnikov’a selam olsun diyelim. Aslında asıl yazmak istediklerimi yazamıyorum, malum ileri demokrasi. Bu sebeple eskisi kadar düzgün bir periyot tutturamıyorum. Özetle ve en hafifinden söyleyeyim, iyiye gitmiyoruz hey ahali…

Büyüklere masal


Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde yaşayan herkesin kıt kanaat geçindiği, sefaletin kol gezdiği bir ülke varmış. Emeklerinin karşılığını alamadıkları gibi, sırtlarından geçindikleri saray eşrafının sefa bolluk, abartılı gösteriş içinde yaşamaları halkı çileden çıkarıyormuş. Hikâye bu ya, kral halkın haklı isteklerinden, huzuruna bir elçi yollayıp şikâyetlerini duymaktan usanmış, saraydan dışarı çıkamaz olmuş. Zamanla artan bu taleplerden tahtının sallanmaya başladığını, olası bir isyanın artık yaklaştığını hissedip sarayın ileri gelenleri ile kafa kafaya vererek aklınca bir çare bulmuş. Sarayın büyücüsü tez bir iksir hazırlayacak içen herkesi anında deliye çevirecektir. Büyücü günler sonra iksiri hazır edip kralın huzuruna getirir. Kral yaverlerini toplayarak emir verir. İksir bir gece gizlice nehrin suyuna karıştırılacaktır. Bu sayede halk delirecek ve yönetilmesi daha kolay hale gelecektir. Saray eşrafı ise asla bu sudan içmeyecektir. Emir yerine getirilir, kral sevinç içerisindedir. Gerçekten şikâyetlerin arkası kesilmiş olacaktır ki halkı temsilen kimse huzuruna çıkıp keyfini bozmaz. Fakat her nasılsa su sarayın içine de bulaşır. Zamanla, vezirinden uşağına, korumasından aşçısına, hareminden soytarısına herkes delirmeye başlar. Gün gelir kral anlar ki sudan içmeyen bir tek kendisi kalmıştır. Başından bu duruma sevinir, öyle ya artık ülkenin tek akıllı adamı kendisi kalmıştır. Artık tartışmasız tek hükümdardır. Fakat zamanla üzerine çevrilen bakışlarda bir tuhaflık sezmeye başlar. Saray erkânı kaygılı gözlerle krallarına bakıp fısıldanmaya başlar. Kralın giyimi kuşamı, oturup kalkması, yiyip içmesi bir tuhaflaşmıştır. Söylemlerinden ise hiçbir şey anlaşılmaz. Yoksa kralları delirmiş midir? Durumun vahametini fark eden kral, tez halkın sarayın etrafında toplanmasını ister. Her şeyi itiraf etmeli içine düştüğü bu durumu düzeltmelidir. Dışarı çıkar ve yüksek sesle haykırmaya başlar. Kendisi sanıldığı gibi deli değildir, aksine deli olan sizlersiniz, ben bundan birkaç zaman evvel nehrin suyuna bir iksir döktürüp sizi bu hale getirmiştim. N’olur inanın der. İşte şahidim büyücü burada, kararı verirken yanımda bulunan vezirim ve diğerleri de… Halk fısıltıyı bir yana bırakıp iyiden iyiye uğuldamaya başlar. Şüphesiz kralları kesinlikle delirmiştir, bakın nasılda saçmalıyor. Kral yaptığı hatayı anlar, düzeltemeyeceğini de… O çok sevdiği tahtı korumanın artık tek bir yolu vardır. Dizlerinin üzerine çöker ve çaresiz, nehrin suyundan kana kana içer… ( aklımda kaldığınca “Veronika Ölmek İstiyor” adlı romandan bir alıntı) öyküde unutulmuş bir kısım var. Öyküyü anlatan, anlatabildiğine göre o sudan içmemiş olsa gerek. Ve ne yalnız, ne çaresiz durumdadır şimdi değil mi…?  


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...