26 Mart 2017 Pazar

Orson Welles,Hemingway'i döverdi ! (*)


Gece 02.30 ders çalışmaya kendimi fazlaca kaptırdığım günlerden biri. Üstelik felsefe dersi, her zaman boğuştuğum varoluş problemi üzerine çalışıyor olmak. Heideger’ler Sartre’lar… Of! başım zonkluyor. Otuzundan sonra okuma aşkı depreşince böyle oluyor işte. Nihayet yatma vakti, ulan hadi bi televizyona bakayım diyorum yatmadan evvel. Ve ne göreyim ilerleyen yaşına rağmen hâlâ güzelliğini muhafaza eden Nicole Kidman. El mecbur biraz bakmalıyım, yanında iri kıyım bir adam üstü başı kan içinde, “Hem” falan diye çağırıyorlar. Yoksa Hemingway’mi? (Tesadüfe bak,geçen bahsetmiştim bu blogda.)Yanılmıyorum ta kendisi, av meraklısı maceraperest bir adam olduğunu biliyordum, yazdıklarının ise birçoğunun kendi hayatıyla örtüştüğünü. Tecrübe etmediği hiçbir şeyi yazmamıştır kanımca. Kafamda oluşturduğum tasviri ile birebir uyuşturmayı başarmış Philip Kaufman. Zaten “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” filminde beni kendine hayran bırakmıştı. Bir romanın sinemaya uyarlanışı zordur. Asla, önceden kitabı okuyanları memnun edemez insan. Lakin Kaufman, Kundera’nın romanını öyle kusursuz perdeye aktarmıştı ki… Neyse, şimdi Kidman’ın güzelliğinin yanında Hemingway’ı biraz daha tanımak adına filmi sonuna dek izlemeye karar veriyorum. Yalnız parantez açalım Kidman’ın sadece duru güzelliği değil, oyunculuğu da kusursuzdur benim için. Hatta hitchcock dönemine yetişseydi bence kesin vazgeçilmez oyuncusu olurdu. Vertigo’dan KimNovak, psycho’dan Janet Leigh’e bakın. Soğuk asil sert mizaçlı sarışınlar hitchcock’un hep tercihi olmuştur. Bu arada egzistans yani varoluş J filminden anımsayacağınızı sandığım Jennifer Jason Leigh’in sanırım annesidir. Biz filme dönelim.


Bir yazarın özel hayatını bilmek ya da birebir tanışma fırsatı bulmak çoğu zaman hüsrana uğratır okuyucusunu. Çünkü asla kondurduğunuz kişi olmadığını üzülerek öğrenirsiniz. Ayrıca gereksizdir de kanımca. Filmi izlerken Hemingway’ın maceracı ruhunun, bencil küstah maço tavırlarının altının çizileceğini biliyordum, önceden biyografisini okumuştum zira ve yanılmadım. Çok rahatsız olduğum av merakı ise fazlasıyla irdelenmişti. Birkaç evlilik yaptığını da biliyordum. Sanırım Kidman’da bu kadınlardan birini canlandıracaktı.Martha Ellis Gellhorn. Filmde bu kadına eşit ağırlıkta yer veriliyordu. Zaten bugün imdb’den filmin adının Hemingway& Gellhorn olduğunu öğrendim. Gellhorn Hem’in üçüncü karısı ve onu tek terk eden aşkı. Alelade bir kadın değil Gellhorn. Dünyanın ilk kadın savaş muhabiri. Filmde Hem ile tanıştıktan sonra onla birlikte İspanya’da yaşanan iç savaşa tanıklık etmek için savaş muhabiri kılıfına bürünerek bu işe koyuluyor. Hemingway, bu yolculuğa bir belgesel çekmek için çıkar. Zira ilk mesleği gazeteciliktir ayrıca Kızılhaç’ta ambulans şoförü olarak çalışmış bu görevi esnasında ağır yaralanmıştır. Filmde sadece bundan sözlü olarak bahsediyor, belki kaçırdığım ilk birkaç dakikası böyle başlamıştır. General Franco’nun faşist düzenine karşı çıkanların cephesinde savaşa bizzat katılırda Hemingway. Gellhorn’da onla beraber cephededir. İspanya’ya ilk vardıklarında bir sinema afişinde ünlü “Silahlara Veda” adlı romanının film afişini görürler. Hem, bu esnada tüm dünyada tanınmış saygın bir yazardır yani. Neyse efenim Gellhorn film boyunca anlatıcıdır zira hayatının son demlerinde bir röportaj vermektedir. Savaşın soğuk acımasız yüzünü ve Hemingway’i onun gözünden görürüz. İspanya’dan ayrıldıktan hemen sonra evlenirler. Öncesinde kafamı attıran bir sahne var sayın okur. Hani bunlar döndüler ya, çektikleri belgeseli montajlarken bizim Hem amca belgeseli seslendiren adamın ağdalı bir üslup kullandığını düşünerek yaka paça fırlatır. Arada Orson morson falan diyor. Ulan acaba dedim? Evet, silkelediği Orson Wells üstattan başkası değilmiş. Ya Gellhorn abla buna şahit olmuşta ne bileyim. Hem amcaaa, vallah Orson abi seni dümdüz ederdi bence. Senden daha iri kıyım olduğu da su götürmez bir gerçek. Ayrıca koskoca Welles’i ikna etmişsin yakıştı mı sana. Ardından geçip seslendirmeyi de kendi yapar. Gellhorn’un bir toplantı salonunda yaptığı konuşmada ondan çok alkış almasına da bozulur falan. Zaten Orson Welles giderken diyor ki : “ seni gidi getirildiği yeri hak etmeyen narsis herif”  Sonrasında Gellhorn ile evlenirler. Ona öyle âşık olur ki ünlü romanı “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” eserini bu dönemde verir ve Gellhorn’a ithaf eder. Zaten bilindik yazar profilinin çok dışında kalan Hem, öğrendim ki yazılarını ayakta dimdik yazıyormuş. Hani amuda kalkıp yazsa gene şaşırmazdım J Sonraları Gellhorn’un meslek haline getirdiği savaş muhabirliği sebebiyle onla başta Çin olmak üzere birçok yere birlikte giderler. Çünkü evde onsuz geçen zaman, bir bakıma Hem için kupkuru ve anlamsızdır. Gellhorn zamanla çok ünlü bir savaş muhabiri olup çıkar. Bir gün belki bunu hazmedemeyen Hemingway çalıştığı dergideki işini (sanırım Colier) ondan alır. Bu bardağı taşıran son damladır Gellhorn için. Tanıdığı adamın maço yüzü, nobran tavırları iyice ayyuka çıkmıştır. Gene de hemşireleri taşıyan bir sıhhiye gemisine kaçak binerek savaşı ilk aktaran kalem olmayı başarır Gellhorn. Nihayetinde boşanırlar. Gellhorn hayatını savaştan savaşa dolaşıp muhabirlik yaparak geçirir. Hemingway ise başka bir kadınla yaşamaya başlar, filmde gösterilmiyor ama sanırım bu kadınla dördüncü evliliğini yapar. Çok sonra en büyük eseri, geçen yazımda bahsettiğim, Pulitzer ödüllü “İhtiyar Adam ve Deniz”i kaleme alır. Kendi yaşamından izler taşıyan bu romanında, hayli yaşlanmasına rağmen sandalıyla uzağa açılan balıkçının devasa bir balık ile mücadelesini konu alır. Sonunda balıktan geriye bir şey kalmaması çok şey anlatmaktadır.


Gelhorn ile Çin'de


Böylesi renkli bir hayat yaşayan Hem, belki yaşlılığın verdiği imkânsızlıklardan, belki de unutamadığı aşkı Gellhorn yüzünden 62 yaşında evinde av tüfeği ile kendini vurarak hayatına son verir. Kim bilir birçok avında masum hayvanları zevk için öldürdüğü tüfektir belki bu. Filmde geçen hoş repliklerde vardı fakat tam olarak aklımda değil. Yine filmde aktarılmayan ama az bir şey araştırma yapınca gördüğüm, Gellhorn’da tıpkı Hemingway gibi 89 yaşında aşırı doz ilaç kullanarak yaşamını sonlandırmış.


Ben filmi ne yalan söyleyim sevdim, aksi olsa yazmadım zaten. Ama okuduğum eleştirilerin çoğu olumsuz. İMDB 6.2 puan vermiş.(Bende bundan fazla vermezdim, hatta birazdan siteye girip bi 6 puan çakayım J)Kabul konular çabuk işlenmiş, olaylar ve kişiler öyle üstü geçirilerek aktarılmış. Lakin bu denli renkli, macera dolu bir hayatla geçen ömür iki saate nasıl sığsın ki? Ayrıca bir değil iki hayat, Gellhorn’da Hem kadar işlenmiş. Hadi! Hem, Hemingway’in kısaltması anladıkta filmde sıkça Papa diye de sesleniyorlardı. Sebebini bulamadım. Son söz: Bırakın sevdiğiniz yazarlar hayalinizde canlandırdığınız gibi kalsın ;)

Fidel Castro ile Küba'da

Afrika'da avlanırken

Kerem Görsev’le Jazz
Joy fm’de birkaç ay önce farkına vardığım ama bir şekilde sürekli kaçırdığım eşsiz bir program. Görsev önceleri TRT’de ve sanırım tv8’de de bir süre program yapmıştı. Ama reyting savaşlarının acımasız dünyasında yer bulması neredeyse imkansızdı. Şu an dinlediğim, anladığım kadarıyla 20 kasım’a ait.Demek pzt günleri yayınlanıyor,bunu akla yer etmeli. Yalnız bu programın tekrar olması korkuttu. Programı Mehmet Uluğ’u yâd ederek açtı. Daha önce adını duymamıştım, Babyloon’un kurucusuymuş  Akbank Caz Festival’i gibi önemli festivallere öncülük etmiş. Maalesef bu yakınlarda aramızdan ayrılmış. Mekanı cennet olsun.Sizle  yayında dönen şarkılardan birisini paylaşacaktım ama filmde sıkça İspanya iç savaşında geçen Ay carmela ile noktalamayı uygun buldum. 







23 Mart 2017 Perşembe

Sanal zamanlar


Gene ha bire bal reklamı yapan şu kanallardan birinde izlediğim bir film bu postu tekrar yayınlamam gerektirdiğini düşündürdü.

Birazda merak eden varsa diye yazıyorum ama evimde laptopumun başında değil bir internet kafede. Nedenine gelince yaklaşık bir ay süreyle arkadaş hatırına kafesini işletme görevi bana kaldı. Eee…uzun süre işsiz olanınız varsa bilir,bütün angarya işler için biçilmiş kaftansınızdır. Levent evladım faturamı yatır mısın, vayy levo oğlum hafta sonu taşınacağız yardım edersin di mi, levent yeğeninin iş bilgisi ödevini yapmasına yardım edersin artık gibi gibi. Hatta hiç samimi olmadığınız bir arkadaşınız birden cepten arar sizi, oğlum gel bir kafede çay içelim,yani anlayacağınız emanet arkadaşlık bile yaparsınız,mecbursunuzdur. Abi işim var derseniz, hadi lenn yatmaktan başka ne işin var diye alaylı bir kınamada bulunurlar. Oysa ki kitap okumak, bir sergiye gitmek,spor yapmak, internette sörf yapmak gibi( bu spor sayılmaz elbet)daha benzeri bir çok işim vardır oysa. Belki de İstanbul’un sessiz bir köşesinde bir ağacın gölgesinde yazı yazmak veya hayatı anlamaya çalışmak gibi..of!! size de pek inandırıcı gelmedi değil mi :) valla müsait değilim arkadaşlar.

Neyse tüm bu yazıyı şu an ki halimden yakındığım için yazmıyorum ancak biline,bu dostum kırabileceğim biri değil. Eskiden beri tanıdığım ama ilerleyen yaşlarımda samimiyetimin arttığı bir arkadaş. Yazma sebebim hem varsa merak edeni bilgilendirmek hem de burada ki gözlemlerimi paylaşmak istiyorum kısaca.Kısaca diyorum çünkü çokça yorumda görüyorum “hayy çok uzun yazıları okumaktan sıkılıyorum ben” evet biliyorum biliyorum sıkılırsınız hanfendi,çünkü okuma gibi bir melekeniz alışkanlığınız yok sizin. ( nedense hep kadınlardan duyduğum için hanımefendi dedim,pek akıllıca değil zira neredeyse tüm okuyanlarım kadın :) )Bende kimi uzun yazıları okumam ama o yazarı da okumuyorumdur zaten,bu kadar basit. Mesela diyelim Yılmaz Özdil ne kadar uzun yazarsa yazsın okurum, gerçi o pek uzun yazmaz ama yazsa yani demek istedim. Üstelik bu yaz hayli kitap okudum yaw aferim bana :)

Cık! Şimdi şöyle bir baktım da word dosyasına, baya uzun bir giriş oldu gene.Haksız sayılmaz şu şikayetçiler sanki.Ulan iki satırda fikir değiştirdim sanki,Levent biraz arkasında dur yazdıklarının yahu.

Efenim ne desem ki acıyorum şu veletlere,gencecik beyinler koca gün burada vakit öldürüyor.Adeta bir kreş vazifesi görüyoruz.Çocuk bir saatlik açtırıyor,süresi bitince somurtkan bir ifadeyle dışarı çıkıyor beş dakika sonra büyük bir sevinçle ve koşa koşa geri geliyor.Ya dedesinden,ya annesinden kapmış 50 kuruş doğru kürkçü dükkanına. Kimi aileler ise sanki kendisi yolluyor,herhalde hem yeri belli diye düşünüyor,hem de evde kafasını dinliyor olmalı. Bu sanal bağımlılık feci boyutlarda sanmayın ki araştırma yapıyorlar hep oyun hep oyun. Oyunlarda öyle süper mario falan değil ha, hepsi vurdu kırdılı şeyler. Çocukların silahlar hakkındaki bilgilerine inanamazsınız. Savaş eğlenceli bir şey değil, bunu bilmeleri lazım. Şiddete meyilli  olacak bence gelecek nesiller,üçüncü dünya savaşı kaçınılmaz. Gerçi ebeveynler farklı mı, görüyorum sokakta bir çocuk daha el kadar bebe anasının eteğini çekip huysuzluk yapıyor diyelim,tam ağzının ortasına tokadı yiyor ve kadın ardından ekliyor “gebertirim seni”. Off…Yetişkinlerde geliyor elbette cafeye ama onların derdi farklı, malumunuz çoğunlukla flört. Gerçi bazı uzmanlar çocukların bu tarz oyunlar sayesinde aksine şiddetten uzaklaşacağını iddia ediyor,belki haklılar.

Ne bileyim yaa,biz sanki daha şanslı bir nesildik,yoksulduk ama yoksun değil. Ana kucağında büyüdük, oynayacağımız bir bahçe,sessiz sokaklar vardı.Zaten saysan kaç araba vardı ki mahallemizde. Annemde hiç şunları dışarı yollayım da kafa dinleyim demezdi. Derslerimizle ilgilenir başımızı okşar,oyun oynardı bizimle. Üstelik o zaman ne çamaşır makinesi vardı,ne bulaşık. Elde koca gün çamaşır yıkardı,zaten sıkça altımıza işerdik :) Başını kaşıyacak vakit bulamazdı yani ama hiç başından savmadı bize.O dönem anımsıyorum semtimizin tüm anneleri böyleydi. Şimdikilere bakıyorum da, ulan hadi çocuklar senin için bir dert ( nasıl oluyorsa) bari ev işi yap,akşam yemeğini bile kocandan bekliyorsun.Vallah kızmayın son zamanlarda gözlemlerim hep böyle.Şimdi özür diliyorum sizlerden,nedenine gelince sanırım kapak olarak kullanacağım resim çok daha aydınlatıcı olacak. Ne işe yaradı bu yazı şimdi,hımm.. ana fikir şu herhalde: çocuklarınızı sevin ilgilenin.Teknolojiden mahrum etmeyin ama bağımlısı olmasına da izin vermeyin. Kitap okumaya alıştırın,tiyatroya götürün.Bak sinema demiyorum o pahalı ama şu ikisi vallahi ucuz şeyler. Kitap okumak da öyle satın almakla olmaz siz okuyacaksınız ki o da meraklanıp okusun. UNUTMAYIN ÇOCUKLAR GELECEĞİMİZDİR.Özlemini kurduğumuz gelecek onları iyi eğitmekten geçer.Sevgiyle kalın…

16 Mart 2017 Perşembe

Yorgunum ama iyiyim yaav !


Dün gece, şu “sms tv” diye tabir edilen kanalların birinde Kabadayı filmini izledim. Senarist koltuğunda da olsa işin içinde Yavuz Turgul’un olduğunu bilseydim bu kadar beklemezdim. İnternete ise cebimden giriyorum, laptopu sadece bloğa yazacağım zamanlar açıyorum. Yani kotalı bir netim var, gerçi o kota dokuz gigabyte ama her nasılsa ay sonuna yetişmiyor. Kaldı ki neredeyse tek yaptığım google’a girmek üstelik. Pazartesileri ise günlük 1 gb hediye veriyor da o gün film izleyebiliyorum. Mesela bu pazartesi her seferinde bayılarak izlediğim Gölge Oyunu’nu indirdim gene bir başka Yavuz Turgul eseri.

Yazacak da pek bir şey yok hani, terk edilmiş bir blog izlenimi vermesin diye karalıyorum. Merak edenler için, sağlığım şükür düzeldi ve eski işime tekrar döndüm. Hadi onu da merak eden varsa bir yapı markette bölüm şefiyim. Yine merak eden varsa baba mesleği demir doğrama ustası olduğum için haliyle el aletleri ve hırdavat bölümünden sorumluyum. Bugün izinliydim, izinler mağazacılık sektöründe haftada bir gün ve o da hafta içidir. Ve aslında laf aramızda yaşadığınız şehir İstanbul ise bu çok bakımdan iyi bir şey. Trafik derdiniz pek olmaz, ama hiç olmaz diyemiyorum gene de, lanet. He diyelim sinema tiyatro falan yaptınız çevrenizdekiler ya kalburüstü insanlar ama çoğunluk üniversite tayfası falandır. Ha nasıl unuttum onları ! elbette sayısız Suriyeli,Arap falan öte yandan,ona da lanet. Laledeki Rusları,saat satan Senegallileri, bir dönem ekonomik kriz yüzünden doluşan Romanya’lıları özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi doğrusu. Avrupalı turist derseniz artık neredeyse hiç kalmadı, he haksızda değiller hani. Öte yandan yurdum insanı portakal sıkıp, Çinli diye Türkmen dostlarımızı dövmekle meşgul. Ha bu arada Atlas Pasajı’nda bile Recep İvedik’i gördüm ya dostlar. Oysa Atlas sadece Avrupa sinemasını verirdi düne dek, holywood’la bile başa çıkan Atlas, Recep’e yenik düşmüş.Geçen bir yerde de yazdım,referandum ne çıkacak diye merak edenler İvedik’in gişe sayısına baksınlar derim ben. Sonuç gayet açık bence.

Eski Levent olmak istiyorum tekrar bu günlerde, neydi eski Levent ? hem de işsiz güçsüz parasız Levent,ne çok şey başarıyordu o genç delikanlı. Onu bulmak,erişmek için dergi aboneliğine başladım tekrar “Bilim ve Ütopya”- “Atlas” okuyorum artık. Eski ben bilim teknik okurdu ama öldü o dergi, çok şey gibi… ayda en az bir sinema,bir tiyatro. Ha yeni bir şey daha, ayda bir kez karşıda da olsa Kadıköy Süreya’da opera. Ve en az bir kitap,zaten günlük gazete alışkanlığım devam ediyor. Sayılar az ama inanın yorucu bir işim var ve bunlar için olağanüstü bir gayret veriyorum. Ha bir de hedefte hafta da bir kez de olsa bloğa yazmak var ama sanırım bunu pek beceremeyeceğim. Ha bir de çizmeye vakit ayırabilsem ne güzel olur, o da zor gibi. Vardiyalı çalışıyorum bir hafta gündüz,bir hafta gece. Gündüzcü iken eve dönüşte bir saat falan kestiriyorum sebebi geceyi seviyor oluşum,böylece en azından ikiye dek uyanık kalabiliyor,daha önemlisi okuduğum izlediğim şeyleri anlayabiliyorum. Gececi iken daha verimli aslında,güneşi ıskalasam da saat 11’de eve gelince sabah beşe dek oturuyorum,biz yazar çizer takımının en sevdiği saatlerdir bunlar,daha üretkenizdir. Sabah ise öğlene doğru kalkıp ulusal kanalda Halil Abi ile Adnan Türkkan abinin sohbeti eşliğinde kahvaltımı edip işe gidiyorum. Gececi olmanın kötü yanı şu sinema minema işleri olmasına imkan yok.


Akvaryumum hiç bu kadar neşeli olmamıştı, içindeki balık sayısına vakıf değilim artık ama dördüncü nesil bile yakında üreyecek. Çok mutlular bu beni de mutlu ediyor. Kediye gelince bu kedi özlemim bir ev sahibi olmadığım sürece gerçekleşmeyecek gibi. Yani bu da asla demek oluyor. Hani kedi hastası falan değilim,sokakta görsem mıncıklamam kolay beri, ama tam bir ev arkadaşı gibi duruyor kediler. Benle oturup film izlesin, arada o uyuzluk etsin atışalım falan, hem sağlam dert ortağı olmaz mı, asla sırrımı paylaşmaz gibi geliyor. Ha kusura bakmasın sigara dumanına bolca maruz kalacak, arada kesin ibnelik olsun diye bira falanda içiririm ben buna. Ama entelektüel bir kedi olur benle takılırsa ona şüphe yok. Ha mutlaka erkek bir kedi olmalı ve puştluk değil mi eve birini atmadığım müddetçe o da zor görür bir dişi kediyi. He he :) bu fikir şimdiden hoşuma gitti. Merak etme len, açarım youtube’dan kedili videoları gider kahvede bir saat falan takılırım ben. Ulan kerata,anlaşacağız kesin seninle kavga dövüş falan belli oldu.  Ahanda adını da buldum : Cuma diyeceğim sana,bu durumda bende robinson cruz oluyorum demek. Of! Ne boş bir yazı oldu be okurcum,hakkını helal et vallah. Hadi ben kaçar bybye…


1 Mart 2017 Çarşamba

Mesudiyeli Mesut abi yalnız değilsin


Belki gene her seferinde olduğu gibi beyhude yere kaygılanıyor ve günümü zehir ediyorum. Üstelik ne için, iki gün sonrası, yani henüz gelmemiş olan gelecek için. Tüm ömrüm gelecek kaygısı ile geldi, geçti, geçiyor… Bilmekle yapabilmek öyle farklı şeyler ki, yapamadıktan sonra neye yarar bilgi? Müthiş bir yılgınlık içerisindeyim, göz kapaklarımla zıtlaşıyorum iki saattir, kapanmak için direnseler de muvaffak olamıyorlar. Anama bugün biraz açıldım da, oğlum biz şehir insanı değiliz artık diye yanıtladı. Böyle ahlaksız, yalan dolanın tavan yaptığı bir kent bizi dışarı kusuyor artık, dürüstlüğümün efendiliğimin, iş olsun, özel hayatta olsun etrafımdaki insanları rahatsız ettiği öyle aşikâr ki… Nerden aklıma geldi, hani Mesudiyeli mesut’un hüzünlü uyanışını yaşıyorum ve üstelik piyango falan da vurmadı bana. Ah be anacığım keşke şehri terk etmekle sıyrılabilsek bu yozlaşmışlık, kokuşmuşluktan. Sosyal bilimci Hobbes’in ünlü deyişi gibi : “insan insanın kurdudur.” Sanıyorum yakın tarihte dünya bu defolu türden tümüyle kurtulacak ve bunu insanın bizatihi kendisi yapacak. Zor olacak ama hayatımı idame ettirebilmek için bu türle zoraki haşır neşir olmalı ve giderken, geriye onlara şamar olur umuduyla bırakabileceğim kadar eser bırakmalıyım. Gene de mensubu olduğum tür ve genetik mirasçılarıma karşı kodlarıma işlemiş olan, türümü devam ettirme kaygısı yaşadığım yadsınamaz. Hani çoğunuz bilmez belki, bir gemi batıyor diyelim, filikalara öncelik çocuk ve kadınların konulması sırf bu kaygıdır derinlerde yatan.

Amma çok sigara içtim bu gece ve henüz benim için gece bile denmez bu saatlere. TRT İzmir Kent radyosunu dinliyorum sabahtan beri. Pikselden ibaret olsa da sizleri görmek istemiyorum sanırım, en azından bugün. Hem sunucuların ve çoğunluk edebiyatçı konuklarının dingin sesi, özlemini duyduğum bir şeyi anımsatıyor bana, sükûn… Çok değil on onbeş sene evvel Beyoğlu’nun o keşmekeşinde nasıl turluyordum, sabahlara dek rock barlarındaki gürültüye kulaklarım nasıl isyan etmiyordu.  Yaş almakmış peh! Ne komik bir cümlecik. Yaş alınmaz, bildiğin yaşlanılır yahu. Edilgen bir durumdur bu ve yaşlanıyorum işte güzel güzel… Radyo 3’ün klasik müzikleri eşliğinde ise bu edilgen durum, oh ne ala doğrusu.


Gelelim kadınlara, hani daha iyi anlaşmam olası hemcinslerimle bile iki sohbetin belini kıramazken, sanırım sizlerle hiç anlaşamayacağım. İşte bu noktada lanet olsun bazı fiziksel ihtiyaçlar diyorum. Yalnız böyle anlar da adult video sektörü imdadıma koşuyor, sağ olsun. İşte böyleyken böyle sayın okur, daha fazla yazıp ne sizin içinizi karartayım, ne kendiminkini. Zaten birkaç güne geçecek bir ruh deviniminin yazdırdıkları bunlar. Yaz geldi mi, çiçekler yeşillendi mi ve siz kadınlar cüretkârca dolaşmaya başladı mı geçer hepsi. Cüretkâr hanımlar iyi ki varsınız, Allah sizden razı olsun diyor ve bu yazıyı burada noktalıyorum. Sevgiyle kalın… 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...