Radyoda
don’t speak çalıyor, kahvem ve sigaramın dumanı iç içe geçip aralık pencereden
süzülüyor eh nasıl olur da yazmaz insan. Klasik bozulmadı gene üç gün
dayanabildim kentin yokluğuna ve dün akşamüzeri canım İstanbul’a döndüm. Vücudumun
her yerinde iğneli beşik gibi ağrısını çekmeye başlamıştım üstat Attila İlhan
müthiş dizelerinde dediği gibi ve işte buradayım. Bir ablam bu kadar erken
dönüşümü bir sevgiliye bağladı, keşke öyle olsaydı. Şehrin keşmekeşinden
başkası değildi beni buraya çeken. Güzel hatunlar yok değildi yanımdaki
şezlonglarda ama şimdilerde yirmilik kızlar otuz gibi gösteriyor, yaşıtlarım
ise ellisinde gibi. Benimse hep 25 26 gösterdiğim söyleniyor, üstelik yaşlı gözükebilmek
için yıllardır saç sakal bırakıyorum ,yoksa sübyan gibiyim. İşte böyle karmaşık
durumlar…
İtiraf
etmeli ki bugünlerde içimde hissettiğim boşluğu ne zamandır olmayan sevgiliye
bağlıyorum ve doğrusu hiç bu kadar çabaladığım bir dönem olmamıştı hayatımda. Bir
yandan da ya yanılıyorsam diye sorgulamıyor değilim, diyelim söz konusu hatun
kişi bulundu ama bu hissiyat kaybolmadı, o zaman ne bok yiyeceğim.
Sanırım
geçen yıllara acıyorum, telafisi olmayan yıllara. Tanrı’nın sanatsal anlamda
bana bağşettiği bir çok yetiyi gençliğin vermiş olduğu anlamsız bir isyan ve
kibirle değerlendirmeyi bilemedim. Üstelik doğru yer ve zamanda doğru bir çok
insanla karşılaştım. Peki ben ne yaptım, bohemliğin dibine vurdum. Beyoğlu’nda
en verimli yıllarımı berduşluk yaparak geçirdim. Kaldırımlarında müzik yaptım, aynı
kaldırımda uyudum,seviştim,içtim,işedim… Sartrevari tiratlar attım, kafka gibi
hayata küstüm. Ve tüm bunları yaparken bir çocuktum henüz, kendini bir halt
sanan snop bir çocuk. Aha! Patricia Kass
çalmaya başladı şimdi, “les hommes qui passent”. Bu arada Galip abi (Tekin) dün vefat
etmiş, ne üzüldüm. 54 yaşında evinde kimsesiz ölü bulunmuş. Şaşırmadım, bizim
gibiler azami o kadar yaşar ve kimsesiz bir şekilde ölürler. En usta
çizerlerden biriydi, ruhu şad olsun.
Bugünlerde
Harari’nin kitabı Sapiens’i okuyorum,
mükemmel tespitler. Benden önce davrandığı için hayıflanıyorum meslektaşıma. Geçenlerde
bahsettiğim müşterim Narkissos , bir genetik bilimci olduğundan mütevellit pek
yerden yere vurdu kitabı. Zaten fen bilimciler bizim sosyal bilimleri pozitif
bilimden saymazlar. Bana Julian Barnes’in '10.1/2 bölümde dünya tarihi' isimli
kitabı salık verdi. Sanırım alıp okuyacağım, bu arada bu hatunda fena kız
sayılmaz ama tam bir ırkçı diyebilirim. Zaten adı olan Nergis’in hep Narkissos’tan
geldiğinin altını çiziyor.
Woody
Allen’in deconstructing Harry filmini pek severim ( vaya con dios- puerto rico
çalıyor şimdi de )ve şu replik aslında yukarıda anlatmak istediklerimi çok
güzel özetliyor. Harry başarısız bir yazardır ve hiç haz etmediği diğer yazar
dostu Larry ile karşılaşır :
![]() |
(B.crystal) Larry: İkimizde Kafka gibi bir yazar olmak için çıktık yola.. (W.allen) Harry: O biraz yaklaştı,bense bir böcek oldum. |
Evet bana düşen sanırım böcek olmaktı :) sevgiyle kalın…
Yazı başlığını çok sevdim.
YanıtlaSilŞu Sapiens'i okumak bir nasip olmadı.
Fen bilimcilere yorum bile yapmayacağım zira gerek bile yok.
Bir de şu kasvetli havaya bir el atmak lazım; nasılını ne zamanını bilmem, olmuyor böyle.
not: doğrusu geçen yıllara ben de acıyorum..
Sapiens sonra homo deus devamı,okumalısın.Pozitif bilimin bazı katılıklardan sonra dogmaya düştüğünü bilirsin meslektaşım.Ama fen bilimsiz olmaz,yapma.
YanıtlaSilEfkar benim göbek adım ona çare yok :)
Not: yahu tahminim yirmilerindesin henüz,ne geçen yılları allasen :))