16 Temmuz 2013 Salı

Platon'un mağarası ve Wachowski kardeşler


Geçen zap yaparken kim çok para ister adlı yarışmada şu soruya rastladım:
 Bir mağaranın duvarına bakarak yaşayanlar için tüm gerçekliğin sadece gölgeler olacağını öne süren filozofun kendi adı ile anılan benzetmesi hangisidir?
A) Platon'un Mağarası
B) Hegel'in Mağarası
C) Kant'ın Mağarası
D) Konfüçyus'un Mağarası
Yanıt a şıkkıydı elbette. Kim bilir bunu kaç kişiye, neden sonra anlatma ihtiyacı duymuştum. Bilmeyeniniz varsa aklımda kaldığınca kısaca paylaşmak istedim. Bir mağara düşünün ve bu mağaranın derinliklerinde doğumlarından beri yaşayan bir topluluk. Bu yetmezmiş gibi vücutları hatta boyunlarından kalın zincirlerle bağlılar. Tek gördükleri mağaranın girişinden karşılarındaki duvara vuran, gün ışığından yansıyan gölgeler. Kapının önünden geçen bir takım insanların veya hayvanların gölgesi. Bazen de işittikleri sesler, mesela kuş cıvıltıları veya kuvvetli bir gök gürültüsü gibi. Onlar için kaçınılmaz olarak tek gerçek karşı duvardaki gölgeler olacaktır kuşkusuz. Başka türlü bir gerçekliği tahayyül edebilmeleri bile neredeyse olanaksızdır. Diyelim ki günün birinde içlerinden biri bir şekilde bağlı olduğu zincirlerden kurtulsun. İnsanoğlunun yaradılışından beri var olan keşfetme arzusuyla elbette mağaraya süzülen ışığa doğru yönelip dışarı çıkacaktır. Yaşayacağı şoku tahmin edebiliyor  musunuz? İlk fark edeceği güneşin yakıcılığı ve ışığı olacaktır. Belki uzun süre buna alışmakta da zorlanacak. Yürümeye devam edecek, kendi cinsinden birilerini görecek, ürkecek, şaşıracak. Az ileride bir göl, eğilip yeteri kadar yaklaştığında ilk kez kendisinin neye benzediğini, bir gölgeden ibaret olmadığını irkilerek anlayacak. Diğer karşılaşacağı şaşkınlıkları varın siz düşünün. Tüm bunlar bir sanrı mıdır yoksa gerçek hep bumuydu? Bir süre sonra mağaraya geri döndüğünü farz edelim. Diğer insanlara bunları anlatmaya kalktığında sizce ona inanacaklar mı, yoksa hummalı bir rüya gördüğünü düşünüp alay mı edeceklerdir. Zavallının talihsizliğine bakar mısınız, gerçeği görüp keşfedip inandıramamak, kötüsü belki de deli damgası yemek. Bazı şeyleri anlatmayı zorlandığımda sıklıkla başvurduğum bir metafor bu. Eğer karşı tarafı sıktığını fark edersem bu defa Matrix I filmini ele alırım. Zaten Wachowski kardeşlerde senaryoyu yazarken Platon’un Mağarası’nı referans almışlar sanırım :) Neo, yeryüzünü ele geçiren bizim yarattığımız makineler tarafınca, doğumundan beri bir takım kablolarla bir fanusa vücudundan bağlıdır. Makineler biz insanların bedenini bir enerji kaynağı (pil) olarak kullanmaktadır. Neo, doğumundan beri gözlerini hiç açmamış, yemek yememiş, hareket etmemiştir. Sanırım verilen bir takım kimyasallarla sürekli bir uyku, koma halindedir. Yaşadığını zannettiği dünya bir rüyalar âlemidir. Beynine de giden bu elektrotlar ona yapay bir yaşam sunmaktadır. Ta ki bir gün Neo bunun ayırtına varıp bu kablolardan kurtulana değin. Bunu ilk başaran o değildir yalnız, başkaları da vardır. Uygun bir şekilde ağır ağır ona bugüne dek yaşadıklarının bir aldatmaca olduğunu anlatırlar. O kablolar ona verilenler bir bakıma dogmatik bilgilerdir. Aşması kırılması öyle kolay değildir. Ki aslında birçoğu da bunu istemez, bu aldatmacalarla gayet mutludur. Filmi zaten biliyorsunuz, Neo sistemi çökertir ve diğer insanları, öncelikle bu gerçeği arayan, yaşadıklarından şüphe duyan, içlerindeki o soruyu bir türlü bastıramayan insanları teker teker uyandırmaya çalışır. Serinin diğerleri II ve III saçmalıktı kanımca.
"tıpkı herkes gibi sen de bir köle olarak doğdun; koklayamadığın, tadamadığın veya dokunamadığın bir hapisanede. Beyninin içi bir hapishane. Ne yazık ki kimseye matrix'in ne olduğu anlatılamaz. Bunu kendin görmelisin."


Şimdide benzer bir sorunla karşı karşıyayız. Birçok sosyal ağda hesap açıp bir profil oluşturuyoruz. Dostluklar arkadaşlıklar buradan ediniliyor. Online oyunlarda yarattığımız karakter ne çetin maceralarda boğuşuyor. Bazılarımız evden dışarı çıkmaktansa alışverişini de buradan yapıyor. Kimisi ise işini evinden yönetiyor. Daha örnekler çoğaltılabilir. Acaba, ya bir gün evden çıkmaya hiç gerek duymaz isek? Cyborg diye tabir edilen robotlar bizim yerimize işe gider, alışveriş yapar, kız arkadaşımızla flört eder, hatta ilişkiye girerse. Elbette biz evimizde klimamız açık, güneşin veya soğuğun vücudumuza vereceği zararlardan,trafikten vb. şeylerden izole bir şekilde bu robotları uzaktan yönetiyor olacağız. Bu kaygıyı,yönetmen Jonathan Mostow’da duymuş olacak ki başrolünü Bruce Willis’in oynadığı “Suretler”i beyazperdeye taşımış. Film pekiyi değil ama değindiği konu başarılı. Özetle hiçbir şeyi abartmamak ve aslolanın insan olduğunu unutmamak lazım bence.

SURETLER

Gene söz sinemadan açılmışken konuyla alakası olmasa da başka bir filme değineceğim. “The Happening”. M.Night Shyamalan’ın yönettiği bu film sinemada pek gişe bulamadığı gibi üstüne Razzie  ödülünü de( yılın en kötü film Oscar’ı)almıştı sanırım. Yazı uzamasın diye çok kısa geçeceğim, film ekosentrik* bir bakışla özetle diyor ki; doğaya saygılı ol, uyumlu ol, işin cılkını çıkarma. Yoksa bir gün gelir doğa sizden intikamını alır. Senin ebeni,sülaleni öper… Neden bu filmden bahsettim, dün haberlerde izledim. Bir piliç üretim çiftliğinde daha civciv iken horoz olduğu tespit edilen cinsler itlaf ediliyor. El insaf, yapmayın abiler. Biliyorum bacası tüten fabrikalar, nehirlere dökülen kimyasal atıklar olsun daha birçok insafsızlık var. Dünya nereye kadar dayanacak. Biraz saygı, başka bir şey değil.

Ekosentrik etik:Tüm yaşam formlarının  insanlarla eşit derecede yaşama ve kendini geliştirme hakkı olduğunu kabul eden görüş.

4 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...