“Benim anlamadığımı mı
sanıyorsun? Var olmak denen o umutsuz düşü. Olur gibi görünmek değil var olmak…
Her an bilinçli, tetikte, aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla
kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma. Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa
çıkarılması için o bitimsiz açlık. Ele geçirilmek, eksiltilmek ve… Hatta belki
de yok edilmek. Her kelime yalan, her jest sahte, her gülümseme yalnızca bir
yüz hareketi, intihar etmek? Hayır, fazlasıyla iğrenç… İnsan yapamaz ama
hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez.
Perdelerini indirip içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz. Bir kaç
faklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan, ama
gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her
tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek
mi yoksa sahtemi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin? Yoksa yalan mısın
demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile
değil. Seni anlıyorum Elizabeth susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum.
İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın, hayranlık duyuyorum. Bitene
kadar oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini
bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.” ( a film by Ingmar Bergman_PERSONA)
Dün aylaklıktan,hadi Persona’yı bir kez daha izleyeyim
dedim. Bazı filmler birkaç kez izlenir ama nedenleri farklıdır. Örnekse bir
erkeğin “Rocky IV” ya da “Die Hard III”ü her rast geldiğinde izlemesi karşı
cinsin “Sleepless in Seattle” veya “Rüzgar Gibi Geçti”yi izlemesiyle eş
değerdir. Maskülen ve feminen durumları… Lakin cinsiyet farkı gözetmeksizin “Mulholland
Drive”, “Persona”, “Fargo”, “Guguk Kuşu”, “Solaris” gibi kült filmlerin tekrar izlenmesi çoğunluk zarurettendir. Keza,
nedense kütüphanemizde bir daha asla okumayacağımız onlarca romanın arasında da
sayılı, tekrar okunmayı bekleyen bazı kitaplar vardır. Ve nedense dvdler gibi öyle
kolayca başkalarına verilmez o okunmayacak diğerleri. Kim bilir belki de
varoluşumuzun somut birkaç kanıtı gibi görüyoruzdur.Öyle ya okuduklarımız
deneyimlediklerimize oranla belki daha fazla hamurumuzu yoğuruyordur.
Yazmıyorum ne
zamandır, sebebi çok… Yukarıdaki alıntıyı paylaşmaya karar verince düşündüm de
acaba yazarken ne kadar kendimiz olmayı başarabiliyoruz. Facebook,twitter ve
benzeri sosyal ağlara nazaran artık
güncelliğini yitirmiş, adeta bir sığınağı andıran bu yerde ne kadar biziz?
Galiba daha ziyade kendimizden kaçış için buralarda dolanıyoruz. Yarattığımız
avatara dönüşüyoruz. Neyse içinden çıkamayacağım için bu bahsi burada
noktalayım iyisi mi.
Fırsat buldukça göz attığım ender bloglardan birisi dün
güzel bir filmden bahsetmiş. Güneşli pazartesiler isimli. Başrol koltuğunda pek
sevmediğim (javier bardem)havyar badem varmış. Gıcık olmamın sebebi penelope
ile scarlet johansen’lı voody’nin
barcelona filmi. Şanslı herif n’olcak. Hatunların letafeti yetmezmiş gibi
bir de Woddy Allen’la çalışmak cabası.Kronik işsiz biri olarak konusu
itibarıyla filmi pek beğendim, tabii el mahkum seyretmek için bir internet cafeye
gitmek zorunda kalacağım :/
Dün 4 temmuz’du.(yazalı 4 gün geçmiş) Amerika’nın bağımsızlığını kutlayacak
değilim ama Oliver Stone’un "Born on the Fourth of July" adlı
yapıtından bahsetmemek olmazdı. Savaşın ne boktan bir şey olduğunu sert ama
olması gerektiği gibi anlatan enfes bir yapımdır. Tom Cruise’un perfonmansı da
yadsınacak gibi değildir hani. Bu da tavsiye edilir.
Geçen malum, Kafka’nın doğumunun 130.yılıydı. Bende kısa bir
animasyon paylaşmıştım bunun üzerine. Sonradan Tim Burton imzalı olduğunu fark
ettim. Tim gerçekten şahsına münhasır bir yönetmendir. Bu yaz başı d&r
mağazalarında yapıtlarından küçük bir DVD set vardı. Çok iyi tercihler ve çok
eğlencelik bence, işte liste: Sweeney
Todd, Corpse Bride, Charlienin Çikolata Fabrikası, Mars Attacks ve tabiî ki
Beetlejuice-Beetlejuice-Beetlejuice :)) hadi yeter bu kadar,görüşmek üzre…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder