Gene
bir haftanın daha sonuna geldik, böyle böyle geçip gidecek işte yıllar. Bu yılgınlık
bu dünyadan vazgeçmişlik, sözüm ona bir nevi Tanrı’ya isyan. Hayatta ilk öğrendiğim
şey istememek oldu, herhangi bir objeyi, yiyeceği, sevdayı ve saire. Oldukça fakir
bir aileydik, küçük kız kardeşim bunun farkında değildi, doğrusu da buydu
zaten. En güzel oyuncakları, giysileri istiyor ağlanıyordu her çocuk gibi. Gereğinden
akıllı olan bendeniz ise her şeyin ayırdındaydım. Çok dramatize etmeyip
spesifik bir örnek vereyim; mesela sokaktan mısırcı mı geçti, mahallenin tüm
çocukları etrafına doluşur, kardeşim de zırlardı. Anacığım bir ona bir bana
bakardı, yalnız birimize alabileceğini bilirdim. Bana bakar, bende ben
istemiyorum, sevmiyorum zaten derdim. İnanmış numarası yapardı o da. İşte bu
böyle sürdü gitti, şükür durumuz da öyle kalmadı. Ama ben istememeyi
öğrenmiştim bir kere, bu güne dek bir kere olsun “ ya şu olsa da yesek”
dediğimi bilmem. Hiçbir restoranın, hiçbir giyim mağazasının vitrinine dönüp
şöyle bir bakmam. Kötü olan hayal etmeyi de bırakmıştım sonra ki yıllar da, ne
haddimeydi. Ara sıra bir kızdan hoşlanır gibi olsam, onda da hemen kendimi dizginlerdim.
Öyle ya, kıza bir pastane de çay söyleyemedikten sonra. Hala bir gömlek
ayakkabı falan alayım yırtılana dek giyerim. Sesimde fazla çıkmaz, sırtımda pek
dik değildir, bu meziyetler de zenginlere has işaretlerdir. Okulun en akıllı
öğrencisiydim de tüm öğrencilik hayatım boyunca ileride ne olacaksın sorusuna
yanıt veremiyordum. Sahi, biz fakirler bir şey olabiliyor muyduk ki ? bir çocuk
fakir olduğunu hissettiği an çocukluğu o dakika da son bulur. Rahmetli Sadri
baba yumurcakla meyhane de otururken dertlenir ve yarın bayram sana da bir şey
alamadık der bir filmde. Yumurcakta “ aman baba ben çocuk muyum dert ettiğin
şeye bak” diye cevaplar. İşte o anda Sadri baba daha bir mahzunlaşır ve “haklısın,
değilsin. Seni bu yaşta kocattım ya, yazıklar olsun bana”.
Aslında
bu benle alakalı değildi, yani kendime acımak asla değildi. O küçük yaşta
bilirdim ki, benim durumumda milyonlarca insan var, hayat böyle boktan işte. Madem
zengin ve fakir diye bir şey var, bulunduğum pozisyon onur verirdi o halde
bana. Bu kurulu düzenin böyle süregideceğini de biliyordum daha o zaman. Eh madem
öyle, pozisyonumu bilip bana müsaade edildiği kadarıyla yaşamayı baştan
kabullenmek en akıllıca yöntemdi zannımca ve hala da aynı fikirdeyim. Elbette güzel
kadınlara ve son model arabalara bizim gibiler sahip olmayacaktı. En azından mastürbasyon
denilen bir şey vardı ve bir fakir bulmuştu muhakkak. Misal bu gece Penelope
Cruz’la sevişmeme kimse ambargo koyamaz, o da şimdilik, yakın gelecek neler
getirir bilinmez.
Neden
ve nasıl bu konulara geldi mevzu hiç bilmiyorum. Zaten artık iyice bunadım, hiçbir
şeyi tam anlatamıyorum, konular dallanıp budaklanıyor. Yok yok Alzheimer falan değil,
bildiğin bunama benim ki, öteki zengin işi. Yok, yok biliyorum. Reyting alır
umuduyla böyle yazıyorum. Şöyle noktalayım, realistim bu karamsarlıkla
karıştırılmasın. Ve şu yazıları yazarken dahi birileri açlıktan ölüyor, bir
çocuk yokluktan ağlıyorsa kimse mutlu olmamı beklemesin. Hüzünden mi
besleniyorum, evet. Halimden memnun muyum, evet. Bunları siz okuyasınız diye mi
yazdım, hayır.
Benzer bir anı. Kardeşim 10 yaşlarındayken, okuldaki arkadaşlarından duyup özenerek "İskender yemeyi çok istiyorum." dedi. Sonra bunu günlerce söyledi. Annem gelip bana sorduğunda "Ben istemem, sevmiyorum." demiştim. Biliyordum yiyemeyiz. Biraz pala bulunca ilk iş annem kardeşimi güzel bir yere götürüp iskender yedirmiş. "Anne sen neden yemiyorsun?" deyince "Tokum yavrum sen ye." diyerek yalan söylemiş. Parası yalnızca bir porsiyona yetmiş.
YanıtlaSilBöyle şeyler unutulmuyor.
Tesadüf işte, dün murathan mungan'ın harita metod defteri isimli kitabında benzer bir anısını okudum. Ve o da o gün çocukluğunun öldüğünü söylüyor.
YanıtlaSil