
Yalnızca bir kere âşık oldum ben, üstelik ilerleyen yaşıma
rağmen çok uzak bir mazi değil bu. İlk tecrübem olduğundan yaşadığımın aşk olup
olmadığını defalarca sorguladım o süreçte ve nihayetinde karar verdim. Âşıktım,
hem de ölesiye. Ölümde teğet geçmedi değil hani, bir an..bir an nerdeyse
ölüyordum gerçekten. Daha fazla ayrıntıya giremeyecek kadar şimdi bu durumdan
utandığımdan daha detaylı anlatmayacağım.
“Sağlam ruhlar” böyle bir sözcük geçiyor romanda, işte sevdiğim kız tam
bunun aksiydi. Romandaki Vedia karakteri de öyle. Hâlâ aşka karşı ve bu tarz
arıza ruhlu kadınlara meyilim devam ediyor olmalı. Beyazperdede âşık olduğum
kadınlar olmuştu ilk gençlik yıllarımda ama ilk kez bir roman karakterine âşık
oldum. Üstelik ne kadın, nice erkeğin hayatına mal oldu. Benim Vedia’mda böyle
bir hatundu, üstelik diğer avlaklarının aksine gönül işlerinde hiç tecrübesi
olmayan bir âşıktım. Unuttum ya, yaşıyorum ya… Hoş, bahsetmek unutmadığım
göstergesi gibi geliyor belki size ama. Durun o zaman şöyle izah edeyim, romandaki
Vedia karakteri nasıl şimdi nazarımda vücut bulduysa, benim Vedia’mda zamanla bir
roman karakterine dönüştü sanki.
Peyami Safa’nın “Biz
insanlar” adlı bu romanını girizgâhıma bakıp da alelade bir aşk romanı
sanmayın sakın. Ya da bir aşk öyküsü içerisinde başkaca şeyler anlatılan bir eser.
Aşk, romanın asıl meselesinin üzerine bezenmiş acı bir sos gibi kullanılmış
öyküde. Daha önce sanırım geçen yaz bu zamanlar üstadın “Fatih-Harbiye” romanını okumuştum. İsminden de yola çıkarak
anlayabileceğiniz gibi o öyküde de taşra ile kentli arasındaki fark ve
Avrupalılaşmak, “medeniyetleşmek” adına kaybettiğimiz değerler anlatılıyor. Bu
eserde ise bu konu biraz daha eşelenmiş, işin ucu Emperyalizm’in doğu
ülkelerini nasıl kuşattığına, kültür yozlaşmasına dek varmış. Roman biteli
birkaç dakika oldu, Vedia vücut bulmuş yanı başımda duruyor. O ince beli,
dolgun dudakları, ürkek bakışları. Ah Vedia aahh… Yaktığı yürekler…
Aptallıkları uğruna kendi yüreğini parçalaması, saadetine mani oluşu… Hep
Vedia’lar mı var bu dünyada? Ah siz kadınlar… Ya da gerçekten safiyane seven biz
birkaç azınlık erkek güruhu hep Vedia’lara mı rast geliyoruz? Devam edemeyeceğim…
Artık yarına kaldı. (15 Ağustos 2012 )
…
Arka kapak: Mütefekkir romancı bu eserde insan ruhunun
derinliklerine büyük zekâsının ışığını tutmaktadır. Romanda asil bir ruhun
insanın anlaşılmazlığı karşısındaki bunalımları, ikiyüzlülüklere ve
bayağılılıklara karşı isyanı verilmektedir. Harp yıllarında ahlakı ve ictimaii
hayatı perişan eden havası içinde dürüstlüğün ve ülkücülüğün savunması yapılmakta,
kozmopolitliğe karşı milliyetçilik, materyalizme karşı maneviyatçılık
bayraklaştırılmaktadır.
Kitaptan bir pasaj:
Birdenbire Orhan’ın gözleri bahçeye bakan ikinci sınıf
penceresinin önüne kadar uzandı. Cemil orada yüzüne taş yemişti. Etrafını alan
ve haykırışan çocuklar bu çocuklardı. Tahsin’de bu Tahsin’di. Attığı taş,
nasıl, durgun bir suyun üstüne düşmüş gibi o günden bugüne gelen tesir
halkaları yapmıştı: Orhan’ın Halim bey ailesini ve Vedia’yı tanıması, mektepten
istifa ederek ayrılması, karlı bir sabah geçirdiği ölüm tehlikesi, Necati’yle
dostluğunun tekâmülü, hatta Süleyman’la tanışması, fikirlerinin geçirdiği yeni merhaleler,
hatta mektepte rakipsiz kalan Celal’in küstahlığı ileri vardırarak nihayet
kovulması ve bundan sonra cereyan edecek hadiseler o taş yüzündendi. Gözleri
daldı. Etrafında çocuklar biraz daha haykırıştıktan sonra ona hayretle bakarak
susmuşlardı. Birer ikişer dağıldılar. Orhan kaşlarını çatıyordu. Tahsin’e bu
taşı attıran sebeplerle neticesi belli olan hadiseler arasındaki illiyet
münasebetlerini düşündü. Anlıyordu ki, taş müstakil bir amil değil, bir ucu
Halim beyin karısıyla Mustafa arasındaki ihtilafa, onun bir ucu de milliyet ve
medeniyet fikirleri arasındaki ihtilafa, diğer bir ucu da halkla müreffeh sınıf
arasındaki ihtilafa kadar giden zaruretler serisi içinde kalan hadiselerin vuku
bulması için bir bahaneden ibaretti. Süleyman’ın verdiği kitapta tarihi
vakaların determinist kanununa bu da iyi bir misaldi. Fakat bütün mesele
sebeplerin üstünde… Necati’nin sözlerini hatırladı: “ilk sebep, ilk tesir…”
Bu ilk sebep nereye kadar uzanıyor?
…
İlk sebep? Allah’a inanlar için Allah’a kadar gider;
işkembesinden başka bir şeye inanmayanlar için işkembede kalır. (sayfa:251.252)
Olay mütareke yıllarında geçiyor. Orhan dürüst, ahlaklı ve
materyalist(!) görüşe sahip Anadolu’nun bağrından kopup İstanbul’a yerleşmiş
bir muallim. Okulda yaşanan “şayanı teessüf bir hadise” yani bir öğrencinin diğerini söylediği bir
söz yüzünden ( eşek Türk) taşla suratını kanatması kelebek etkisi yaratarak
Orhan’ı ızdıraplı ve meşakkatli bir yola sokuyor. Atılan taş, taşa muhatap
kalan çocuğun söylediği o söz milli bir davaya dönüşüyor. Çocuğun ailesinin
düşman esareti altındayken aşikâr olan ecnebi hayranlığı, zaten sinirleri
bilenmiş çevre halkının öfkesinin tavan yapmasına kâfi geliyor. Ardından
Orhan’ın Vedia’yı tanıması (ahhh Vedia), alevlenen aşk… Bu sebeple Orhan’ın Halim
Bey yalısını sık sık ziyaret edişi ve orada “beyaz Türk’lerle” girdiği fikir
çatışmaları. Necati’nin dostluğu, sıkı bir komünist olan Süleyman’la tanışması.
Vedia’ya duyduğu aşk, kadının halet-i ruhiyesi, materyalist dünya bakışını
sorgulamasına sebep olurken, Süleyman ise milliyetçi yanını muhakeme etmesine
yol açacaktır.
Bu yazıyı yazmadan evvel az araştırma yaptım. Safa’nın
romanları kendi hayatıyla, yaşantısıyla benzerlik taşımaktadır, yani biraz
otobiyografik sayılabilir yazdıkları. Kimileri Süleyman karakterinin birebir
Nazım Hikmet’e gönderme olduğunu söylüyor. Ama bu karakterin romanda
sırıttığına ve olmasa da olurmuş fikirlerine katılmıyorum. Romanda az yerde
bulsa da Orhan’ın siyasi ve felsefi yönünü, tavrını iyice anlamamız için olması
gerekliydi bence, hatta zaruriydi. Orhan ne ecnebi hayranı bir adamdı.- giyimi
kuşamı, oturuşu kalkışıyla bir Anadolu insanı gibiydi- ne de çağın gerisinde
kalmış, hurafe dini inanışlara tutulmuş, batıya kapalı bir bağnazdı. Batının
ilmini sanatını hatim etmiş ama doğunun ahlakı ve felsefiyle yoğrulmuştu.
Yaşadığı toplum, dönemde ise bu sentezi yakalayabilmiş yegâne insandı neredeyse.
Birazda günümüz gibi değil mi? Neyse anlatmakta pek başarılı olamayacağım sanırım,
belki de hemen anlatmaya kalkışımdaki acelecilik buna sebep oluyor. Özetle
ısrarla okumanızı tavsiye ediyorum.
Kitabı geçen bahsini ettiğim tatile çıkmadan hemen evvel
aldım. İstanbul’da ramazan vesilesiyle hemen her ilçede çadırlar kurulu, diğer
şehirler nasıldır bilmem. Ve hemen her birinde bir kitapçıda mevcut, her sene
böyle. Yalnız kitaplar başım derde girmesin diye yazmayım, malum yayınevlerinin
baskılarıyla dolu. Çevirileri berbat, hatta sanki kitapların özeti her biri.
Baktım bunca çöp yığını içerisinde bu ikinci el kitap duruyor. Ötüken
yayınlarından. Kitabı açar açmaz ne göreyim, bir lise kütüphanesinin mührü var
içerisinde: filanca lisesi kütüphanesi 50/1 813 kod no’lu. Haylazın biri okul
kütüphanesinden aşırmış ve geri vermemiş demek ki. Abi çalıntı bu kitap diye
gösterince kısa bir şaşkınlıktan sonra- bana rol yapıyor gibi geldi- vay anasını nasıl almışız biz bunu, abi para
mara istemez dedi. Zaten beş lira idi ısrar edip parayı verince: abi o zaman bir kitap daha al, senin siyasi
görüş neydi dedi? !! yav boş ver siyasi görüşü şu Eylül’ü ver o zaman dedim.
Eylül, Mehmet Rauf’un yazdığı bu kitap benim ortaokul dönem ödevimdi. Tekrar
okumakta fayda var diye düşündüm. Bende okul kütüphanesinden almış ama
kütüphane kolu başkanı olduğumdan yerine koymuştum usulca, salak ben :) Sanırım
bu kitap okul kütüphanesine gelmeden evvelde bayağı bir yolculuk yapmış.12.
basım ve 1998 tarihli.
Kitabı açınca kapağın arkasında hemen şu yazı vardı, kurşun
kalemle yazılmış. Sanırım 2B :
“28-29 oku.” Hemen
açıp baktım:
“Yakalarım seni” (sayfa28) “teneffüste görürsün yavşak” (sayfa
29)
31 de pilot kalemle başka bir yazı: “harunla dalcaz görürsün
pezemeng…”
:))
Sayfa 35’te kitabı okuyan lise öğrencisi şu satırın altını
çizmiş romanda:
“Bir kabahat gizlenirse büyür, söylenirse küçülür.” Hım!
Acaba nasıl bir kabahat işlemiş olacak ki bu yavrucak? Kitapta başka bir
karalama yok yalnız sayfa 113’e şöyle yazmış: “Enes Elif 2009”
Basım yılı 98 aşkını iliştiriş yılı 2009 demek 11 yıl durmuş
okulun rafında, ama biri bağışlamış olabilir birkaç yıl evvel.Kitapta güzel bir
kokuda hâkim,belki hoş bir kadın..! Kim bilir… :)
Kitapta bilmediğim ve artık neredeyse anlamını unuttuğum,
miadını doldurmuş yüzlerce kelime var ama bu gözünüzü korkutmasın cümle
içerisinde anlamını rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Gene de isterseniz yanı
başınızda bir sözlük bulunsun. Benle de Enez’e geldi bu kitap, deniz kumsal
şezlong gördü. Belki okulu bulabilirsem, yakınlardaysa iade ederim. Belki
kitaplığımda durur birkaç yıl, belki birine hediye ederim. Kitabı okuyan
çocukcağız ince ruhlu bir çocukmuş bence, baksanıza kitap falan okuyor, Elif’i
seviyor.(muhtemelen Elif’in haberi yok) dersleri de iyidir keratanın,
yakışıklıda olsa gerek. İşte dayak yemeniz için bir dünya mazeret. Sırf futbol
değil de basketbol oynadığım için, 15-16 yaşlarımda iken mahallemizdeki basket
sahasında neredeyse dayak yiyeceğim geldi aklıma :) Bir de kitap okuduğumu bilselerdi,
Allah korusun :)
-
Zihin bomboş kalabilir değil mi? bilmiyorum.
(s.12-13)
-
Kaç defa,
arkadaşlarıyla münakaşalarında,başkalarına merhametimizin kendimizi daha
merhamete layık hale getirmekten,yani bu hissimizin mevzuunu değiştirmekten ve
onların eziyetlerine nefsimizin vekâletini peşkeş çekmekten başka manası
olmadığını iddia edip durmuştu.(s.63)….ya şimdi ?
-
Uzaklarda bir vapur düdüğü ve motor gürültüsü.
Rüzgâr yok. Ümitleri ve korkuları aynı derecede teşvik eden sakin ve karanlık
bir hava.(s.93)
-
Bunlar birbirlerine muhtaçtılar ve belki de aşk
zannettiğimiz şey bu ihtiyacın kabalığını gizleyen bir ifade nezaketinden başka
bir şey değildir. (s.183)
-
Hanımefendi!
Türk kadınına taalluk eden bahiste haklısınız! Fakat zannediyorum ki, bu bahsi,
tamamıyla ayrı bir siyasal meseleyle karıştırıyorsunuz Avrupalılar buraya
medeniyet getirmeye gelmediler, hanımefendi! Bilakis, bizim ilerlememize mani olmak,
bizi esir etmek için geldiler. Bakınız işte, polisimiz onların idaresinde iken
kadınlarımıza daha çok istibdat yapılıyor. Burada softalarla el ele verecekler.
Avrupa’nın müstemleke idareleri, her girdikleri memlekette ileri fikirli
adamları iş başından uzaklaştırır ve yerine cahilleri, gerileri koyarlar.
Maksat terakkiye mani olmaktır. Emin olunuz,
burada bir Fransız veya İngiliz idaresine yerleşsin, en mutaassıp
şeyhülislamlardan daha ziyade sizin kapanmanıza çalışacaktır. Ancak burada
kurunuvusta zihniyetini hâkim kılmak şartıyla bize hâkim olacaklarını bilirler.
Bakın, memleketin bütün hür fikirli adamlarını Malta’ya sürdüler.(s.221-222)
-
Evet, canı sıkılanlar sevmeyenlerdir. Çalışmak! Evet,
ruhumuzda çalışır; aşk… Ruhumuzun meşgalesidir. (s.226)
-
Asıl merakım bilmekten ziyade anlamaktı.( s.235)
-
Bütün büyük kadın meseleleri, bizi içine almak
için, mukavemetimizin en az olduğu günü beklerler. O anlarda ruhumuzun
topuzları gevşeyen kapıları en hafif rüzgârla açılır ve içeriye, bir gün her
şeyimiz olmaya namzet kadın giriverir. (s.238)
-
Masanın başından kalktınız mı bir daha kâğıdı
düşünmezsiniz; fakat bir kadının yanından ayrılınca böyle olmaz. Hayali sizi
rahatsız eder. (s. 262)
-
“ acayip”, “harikulade”nin taklididir.( s.268)
-
Galiba keder yaşlı ile genç arasındaki farkı
siliyor. (s.288)
-
Belki de onu bunun için sevmediniz, gizlisi
olmayan bir ruhtu (s.296)
-
Ölmek, ölümü düşünmekten çok daha kolaydır,
değil mi?.. (s.298)
-
Fakat bu
kararsızlık – Bahri çok iyi söylemiş- muhitinde mahsulüdür. Vedia’nın karşısına
aradığı erkek çıkmadığı gibi etrafında hiçbir ideal, ahlak, telakki, hiçbir
kıymet yerli yerini bulmamış. Her şey sallanıyor. Bu zelzele içinde Vedia gibi
bir haysiyet nasıl sabit kalsın? Sana gelince onu sabit ruh iklimine sokmak
senin elindedir.
- Mümkün mü ?( s.304)
-
Hayatımız karakterimizin değil, karakterimiz
hayatın mahsulüdür ( s.305)
-
Senin bütün materyalist emellerin azgın kabinden
korktuğun, ona gem vurmak istediğin içindir. Belki bütün materyalizm, insan
kalbinin lirik hamlelerini bastırmak içindir. Yani maskeli bir spiritüalizm
anladın mı? Hakiki ve ciddi materyalistler ki, hayvanlardır, materyalist
olduklarının farkında değillerdir. ( s.306)
-
Korku tamamıyla hayaldir. Felaketin ta karşısındayken
korku yok, bir takım müdafaa reaksiyonları fiili mün’akisler falan vardır.
(s.311)
-
Her ölüm şuursuz bir intihardır ve her an ölümle
çarpışan insan, ancak yaşama iradesini terk ettiği anda ölür. ( s.322)
-
Mutfakta bir tıkırtı. İclal, Mustafa’sının
çorbasını pişiriyor. Hep onu düşünüyor. Yirmi sene, elli sene hep onu
düşünecek. Mustafa eşikte görünüyor. Sessiz. Dil dökmüyor. Dil olmayan yerde
yalan olur mu? (s.396)
-
“Haykır, niçin olursa olsun, haykır, etrafına
daima birkaç kişi toplanacaktır; haykır, seni anlar gibi olacaklardır, haykır,
anlamasalar da haklı bulacaklardır; haykır, büyük ses büyük ruh ifadesidir,
haykır, haykır, ne söylemek için olursa olsun, haykır, ah haykır…” (s.421)
Keyifli okumalar…