Merhaba günlük. Hı! Sigara yerine
çakmağımla kalemi tüttürmeye çalıştım :) çok amaçlı kullandım şimdiye dek
doğru ama buna hiç yeltenmemiştim. Kılıç oldu ok oldu. Yaraladı, yaralandım
kimi zaman; çoğunluk kalkanım dostum… Sigara işlevini de üstlenirse ne
sevineceğim. Sana yazmayalı çok olmuş ama tam tarihi belli değil, bir bayram
sabahı diye not düşmüşüm.
Bir bayram sabahı günlüğün başına
geçmeme bakılırsa şüphesiz ülke gene kan ağlıyordu. En son ne zaman kendi
sorunlarımı düşündüm anımsamıyorum bile; keza geçen yaz yıllar sonra tatile
çıktığım ilk andan itibaren hem kendime hem de yanımdakilere zehir etmiştim
günleri. Öyle ya, birileri vatanın bütünlüğü ve bağımsızlığı adına bizler için
mücadele etmiş ve bunun sonucu hukuksuzca içeride yatıyorken aman be bananecilik
yapmaya ne hakkımız vardı,en azından kendi adıma bu hakkı bulamıyordum ve gene
neler yapabileceğim üzerine düşünerek,düşüncelerimi kağıda dökerek geçirdim zamanı. Bir nebze hafiflemek adına
ise Peyami Safa’nın bir romanını okuya durdum. Ki siyaseten merkez sağa yakın
olduğunu düşündüğüm Safa bile mütareke yıllarında geçen romanında şu sözleri Orhan’ın ağzından söyletip adeta
günümüze bir ayna tutuyor:
“- Hanımefendi! Türk kadınına taalluk eden
bahiste haklısınız! Fakat zannediyorum ki, bu bahsi, tamamıyla ayrı bir siyasal
meseleyle karıştırıyorsunuz Avrupalılar buraya medeniyet getirmeye gelmediler,
hanımefendi! Bilakis, bizim ilerlememize mani olmak, bizi esir etmek için
geldiler. Bakınız işte, polisimiz onların idaresinde iken kadınlarımıza daha
çok istibdat yapılıyor. Burada softalarla el ele verecekler. Avrupa’nın
müstemleke idareleri, her girdikleri memlekette ileri fikirli adamları iş
başından uzaklaştırır ve yerine cahilleri, gerileri koyarlar. Maksat terakkiye
mani olmaktır. Emin olunuz, burada bir
Fransız veya İngiliz idaresine yerleşsin, en mutaassıp şeyhülislamlardan daha
ziyade sizin kapanmanıza çalışacaktır. Ancak burada kurunuvusta zihniyetini
hâkim kılmak şartıyla bize hâkim olacaklarını bilirler. Bakın, memleketin bütün
hür fikirli adamlarını Malta’ya sürdüler.(s.221-222)”
Şimdi başına düşme sebebim bizim
horoz Corc’tan bahsedecek oluşum zira blogdan birine yazacağım dedim. Eh! Madem
Corc’u anlatacağım önce bu deftere geçmek mantıklı geldi; kalıcı olmalı. Daha
önce bir arkadaşıma bahsetmiştim ve sanırım çok etkisinde kalmıştı. Benim için
bir horozla olan yarenlik çok sıradan geliyordu hâlbuki, demek dışarıdan
fantastik bir öyküye benziyor. Neyse işte Corc’un hikâyesi:
Sanırım henüz liseye
başlamamıştım yani doksanların başı olsa gerek. O yıllar gecekonduda ikamet
ediyorduk, zaten bir gecekondu semtiydi burası. İstanbul’un çok yeri böyleydi o
yıllar. Çok hızlı değişti bu şehir. Hemen her gecekonduda olduğu gibi bizimde
bir bahçemiz vardı ve emin olun muhitin en güzel bahçesi. Ayva, elma, dut,
incir ah birde iğde ağacımız vardı. Rengârenk güller, goncalar, begonyalar,
uyku çiçekleri… Nanemiz vardı mesela,
anımsıyorum bir komşumuz sürekli bizim bahçeden alırdı naneyi yemeğine katmak
için. Şehrin çehresiyle beraber ne çok şey değişti, o vakit komşularımızın aslen nereli olduklarını bilmez, önemsemezdik. Birinizin annesi, ninesi türbanlı mıydı Allah
aşkına? İnanmıyorsanız açın eski resimlere bakın,kızlar evlendikten sonra
başörtüsü takmaya başlardı sadece,o da bir kısmı. Orası büyükşehir Anadolu’da
böyle değildi demeyin sakın. Zira bağ bahçede çalışan emektar Türk kadını
içinde elverişsizdi bu giyim tarzı, şalvar giyilirdi. O da o dönem Sümerbank’ın
dizayn ettiği rengarenk, Anadolu’nun karakteristik özelliğini en iyi şekilde
anlatan basmalardan. Amerikan bezini yer silmek gibi önemsiz işlerde, paçavra
niyetine kullanırdık. Hoş! Artık Sümerbank bile kalmadı ya. Şimdilerde bu
iki konu üzerinden on küsur senedir siyaset nemalanıyor. Neyse konumuz Corc
değil mi?
Bir Pazar annemden habersiz iki
civciv alıp gelmiştim pazardan. Kızdı falan elbet ama n’apsın, sanırım bir kaç güne
ölür diye düşünüp razı olmuştu. Bir kutunun içine koydum onları, gece
üşümesinler diye üzerlerini örttüm falan. Kısacası kuru bir heves olarak
kalmayacağı belliydi bu işin. Gene de birkaç güne teki öldü. Diğerinin üzerine
daha çok titremeye başladım.
İlk bir Pazar sabahı ailecek
kahvaltımızı ederken her nasılsa kutusundan çıkıp, o yüksek masadan atlayıp
salonu turladıktan sonra sofraya kahvaltıya katıldı. Üstelik henüz on beş
günlük falan olsun. Zaten yer sofrasıydı, öyle yanımdaki boşluğa geçti ve
nafakasını beklemeye koyuldu. Görgü kurallarını, haddini biliyor gibiydi. Pek
eğlendik doğrusu ve sonra sıkça tekrarladı bunu, yetinmedi bazı akşamlar gene
kutusundan atlayıp TV izlemeye sohbeti dinlemeye katıldı. Derken sarı tüyleri
beyazlaşıp kanatlanmaya, ibiği az da olsa belirmeye başladı. Ve hızla büyüdü ardında
bıraktığı pislik öyle pek tolare edilecek gibi değildi artık. Çaresiz bahçeye
bir kümes yaptım. Zaten oldum olası sürekli kömürlükte tahtalardan bir şeyler
yaptığımdan çok zorlanmadım, hatta bayağı konforlu bir ev oldu sanki.
Gecekondu semti olmasına rağmen
benden başka kimse tavuk bakmıyordu yani Corc daha kendi cinsinden bir canlıya
rastlamamıştı ve bu durum onun kafasını karıştırıyordu. Eminim kendini ailenin
bir ferdi, bir insan olarak görüyordu. Neden şimdi evin dışına itilmişti.
İnanır mısınız son gününe dek bir kez olsun yerden buğday yememişti; tabağından
yerdi. Gagasını tabağa vurdumu dışarı fırlayan buğdaya bakmazdı bile. Zaten
günün üçte ikisini arka bahçede tahtalardan bir şey icat ederek veya kömürlüğe
kaldırdığımız eski gırgır dergilerini okuyarak geçirdiğimden çabuk alıştı bu
yeni durumuna.
Gelişimine gün be gün şahit oldum
bana göre çok daha çabuk gelişiyordu. Ve an geldi bariz bir şekilde anlaşılır
oldu Corc bir horozdu. Bahçemizde bir inşaat demiri vardı, tünek benzeri
üzerine zıplayıp öğürmeye başladı bir gün, sanki öksürüyor boğuluyor gibiydi ve
bir örgg… sesi ve sonra ühürggzz!... Bu böyle birkaç gün sürdü ve sonunda işte
o narasını tüm şaşaasıyla attı. Ühüüüüürüüü… ühüühüüüürüüüüüüü… İlerleyen
günlerde buna dev kanatlarını çırparak eşlik etmeye başladı.
Tuhaftı Corc. ‘Corc gel oğlum
deyince geliyor, hadi kümesine, geç oldu deyince homurdanarak yuvasına
giriyordu. Bazen başını okşayınca guruldayıp sakinleşiyor hatta uyukluyordu.
Sonraları bir oyun buldum, kolumu uzatınca hemen zıplayıveriyordu ve bende bir
çiçeğe konmuş sineğe doğru onu götürüyordum. Tak giye gagasıyla saldırıp
midesine indiriyordu, neredeyse hiç ıskalamazdı. Komşular şaşkın gözlerle bizi izliyordu.
Kolundaki horozla sinek avlayan bir ergen :)
Corc hâlâ kendi türünden bir
canlıya rast gelmemişti ve söylemeyi unuttum fırsat buldukça her daim açık olan
evimizin kapısından içeri kaçamak yapıyordu. - O yılar evlerin kapısı açık
dururdu. – anneme rastlarsa şayet durum değişiyordu. Annem : “ Corc, hıı…!
Kızıyorum bak, hadi evine” diyor, o da godo godo diye bir ses çıkarıp
gidiyordu, söz anlardı.
Zamanla ibiği iyice kızarmış,
kocaman babaçka bir horoz olup çıkmış ve çok huysuz olmaya başlamıştı. Sabah kapısını açınca birden ayaklarımı
gagalayıp kovalıyordu beni, sabahları çok aksi oluyordu, sonra gün boyu
oynardık gene. Mahalledeki köpekleri de kovalayıp korkudan titretmeye
başlayınca şöhreti hızla arttı. Biraz büyükçe abiler zaman zaman bahçenin önüne
gelip Corc’u kızdırıyor, o da kafası önde kanatları geride nefes nefese sokağın
başına dek kovalıyordu onları, herkesin eğlencesi olmuştu. Fakat ne üzülürdüm
bilemezsiniz zavallının tıknefes kalışına. Kalpten gidecek sanıyor, şefkatle
seviyordum. Kalp atışları normale dönene dek kucağımdan bırakmıyordum. O ise
arada dönüp bana godo godo diye bir şeyler anlatıyordu. “ Bak nasıl kovaladım
yavşağı Levo gördün mü? Ben sorarım onlara, üstüme gelmesinler uleyn” diyordu,
eminim. Corc benim aksime delikanlı bir tipti, vallah elinde bir tespihi
eksikti, bakışları da bir tuhaflaşmıştı. Sanki tek kaşı kalkık Kadir abi
modundaydı.
Günler böyle geçerken Corc hemen
her bulduğu materyalin üzerine çıkıp tepinmeye başlar olmuştu. Mesela beni veya
mahalleden bir veledi kovalasın ki kaçanın muhakkak terliğinin teki çıkıverir,
işte o terliğin üstünde tepinip öfkeyle geri dönüyordu. Öyle ki bir gün
kırdığım bir odundan fırlayan parçayı bile altına almıştı. Bu ritmik
hareketlerin ne olduğunu yaş itibariyle çözemiyordum doğrusu. Yalnız nedense
büyükler çok gülüyordu bu duruma. Derken bir akşamüstü babam eve siyah bir
poşetin içinde beyaz bir tavukla çıkageldi. Hepimiz şaşkın, ben yemek için aldı
sanmıştım. Benim yaşımdakiler hatırlar o vakitler pazarlarda canlı tavuk
satılırdı. Bir tanesini parmağınızla işaret eder ve adamda oracıkta kafasını
vücudundan ayırıp size verirdi, bazen de canlı alırdınız. Ne günlerdi yarabbi.
Ev hanımları içinde zordu; yok tüylerini yol, yok tütsüle falan. Babam Corc’a
arkadaş getirdim gelin bu gelin dedi. O karanlıkta kümese yanına koydum ama
karanlıkta bir salak olur tavuklar :) anlamadı sanırım. Neyse, sabahsı ben
babamın neden Corc’a bir arkadaş aldığını, Corc’un neden terliklerin üstünde
falan tepindiğini çözmüş oldum millet :)
Tavukçuk el kadardı, tırnakları
rahat beş santim vardı, tüyleri dökük ibiği renksiz ve sarkıktı. Yaşlı bir
tavuktu bence bu veya çok sağlıksız. İnanır mısınız bence bir yuva bulması ve
Corc’un aşkından olsa gerek, tırnakları sanki pedikürcüye gitmiş gibi düzelmiş,
ibiği kızarıp diklenmişti. Hatta o beyaz tüylerine bir parlaklık gelmişti
sanki. Aşkın insanlara verdiği o parıltı canlılık tüm canlılar için geçerli
olmalı. Tavuk, Corc gibi değildi, yerden yemleniyor, hatta Corc’un hiç oralı
olmadığı bahçedeki uyku çiçeklerini falan otluyordu. Zamanla Corc’ta ona uyum
sağlamaya başladı ama o da ona çok şey öğretti bence. Tam bir centilmendi,
tabağa yem dükünce iki gaga vurup eşine sesleniyor önce ona yediriyordu.
Zavallı tavuk neler görmüş olacak ki bir kez elime alıp sevmeme razı olmadı.
İnsanların neler yapabileceğini Corc’un aksine çok daha iyi biliyordu. Corc
onun yanında toy cahil şehirli bir snoptu. Gene her adımında yanlarındaydım onlarla,
bir gün kömürlüğe bir limon sandığı koymayı akıl ettim ve içine de biraz saman
gazete falan koydum. Anlamsız gözlerle beni izliyorlardı tabi tavuk biraz daha
uzak bir mesafeden. Ardımdan gidip baktılar ama pek oralı olmadılar. Birkaç gün
sonra ise beklediğim oldu. Tavuk sandığa oturdu ve saatlerce kalkmadı. Corc bir
iki gidip oynamaya falan çağırdı ama cık! Akşama doğru ancak kalktı ve kümeslerine
çekildiler. Birkaç hafta hep böyle geçti, tavuk saatlerce yatıyor, Corc duruma
bir anlam veremiyor gibiydi ama son zamanlarda üzerine ağzında gagasıyla saman
çerçöp getirip sandığın içine atıyor ve n’apıyor nasılsın gibisinden homurdanıp
tekrar onu yalnız bırakıyordu.
Artık beni pek yanlarında istemiyorlardı,
özellikle tavuğa yaklaşınca Corc bana saldırmaya başlıyordu. Bir gün her
zamankinden uzun yattı tavuk sandığa ve kalkmak bilmedi, yaz vakti akşam dokuz
gün hâlâ aydın. Corc kömürlüğün çatısında bir ileri bir geri gidiyor, gergin
olduğu her halinden belli. Bense evin köşesinden gizlice başımı uzatmış onları
izliyorum. Tavukçuk bagbag bag bag diye dakikalardır bağırıyor, neden sonra
kuyruğu doksan derece açıyla diklendi. Corc’un kömürlüğün çatısında onu görmesi
imkânsızdı. Kanatlarını her zamankinden çok çırpıp şimdiye dek duyduğum en
kuvvetli şekilde ötmeye başladı ve tavuk aynı anda sandıktan silkinip halsizce
kalktı. Corc hemen çatıdan atlayıp yanına gitti. Gagasıyla gagasına dokunuyordu
yeminle, godo godo godo falan diyor, yerden bir ot koparıp tavuğun önüne
atıyordu ama tavukçuk oralı değil, bitkin. Bizim anlayamayacağımız psişik bir
şekilde durumdan haberdar olmuştu Corc. Benim kalbim ise onlardan daha çok atıyor,
ne olmuş acaba yumurtlamış mıydı diye düşünüyordum. Ancak yarım saat sonra
onlar uzaklaşınca parmak uçlarımda sandığa koştum ve ne göreyim, o minicik
tavuğun nerdeyse kendisi kadar büyük bir yumurta, üzeri biraz kanlıca. Sonra
tavuk gün aşırı yumurta vermeye başladı ve artık ne eskisi gibi helak oluyor ne
de Corc öyle yırtınıyordu.
Bir gün kayboldu bu ikisi ara ara
yoklar, çıldıracağız. Annem bakıyor, ben, kardeşim, yok yoklar. Ümidim
tükenmişti neden bilmem bir ara eve geçtim. O da ne? Corc nasıl olduysa tavuğu
da ikna edip eve sokmuş ve yatağa boylu boyunca uzanmışlar. Evet, evet
uzanmışlardı. Corc bir kanadını kocaman açmış tavuğun yani eşinin üzerine atmış
öyle yatıyorlardı. Oh! Allah muhabbetinizi artırsın ne diyeyim. Gülerek, anneee
buldum onları diyerek çağırdım. Annem şaşkınlıktan ağzı açık o meşhur
kahkahasını patlatıverdi. Sonra yarı ciddi gülmemeye çalışarak : “Ah… Corc!
Hadi bakalım evinize” dedi. Corc başını
kaldırıp her zamanki homurtusunu yaptı “godo godo”. Annem, hadi bakayım diye
tekrarlayınca Corc kızgın, tavuk mahcup, başı yerde evlerinin yolunu tuttular.
Ne gülmüştük o gün :)
Bir ihtiyarı nasıl çukura
düşürdüğünden, mahallenin kadınlarını nasıl toplandıkları bahçeden eve
hapsettiğinden, bir esnafa nasıl ayar olup akşam dükkânı kapatana dek gagalamak
için inatla beklediğine kadar anlatılacak öyle çok şey var ki daha ama bazıları
bana kalsın.
Corc zamanla iyice huysuzlaşıp
mahallenin çocuklarına saldırmaya başlamıştı ve gerçekten tehlikeliydi. Sıkça şikâyet
almaya başlayan babam bir gece karar vermişti sabah kesecekti Corc’u.
Ağlamalarım, isyanım para etmemişti. Sabah kalkınca ne görelim kümesin kapısı
ardına dek açık, bahçenin hemen her yeri tüylerle kaplı ne Corc var ne de
tavuk. Günlerce bulamadık, kimi sansar yemiştir dedi, kimi bir hırsız
çalmıştır. Bense ufakta olsa gece konuşulanları duymuş ve kanatlarını çırpa
çırpa uçup gitmişler diye hayal kuruyordum. Tüylerin sebebi bunlar olmalıydı.
Günler sonra arkadaşlarım, Levent
koş Corc’la tavuğu bulduk bardakçıların bahçesinde dediler. Ben annem falan
koşarak gittik. Ne göreyim Corc’un içi oyulmuş paramparça, tavukçuk ise sadece
boynunda ufak bir kan lekesi, öyle yan yana can vermişler. Çok üzüldüm,
yıkıldım. Beni teselli eden tek şey kesilerek değil de bu şekilde ölmeleriydi. Kötü
bir son olmasına karşın bu bir daha doğal bir durumdu . Oraya gömdüm onları.
Biliyordum bir ömür unutmayacaktım Corc’u. Bir dönemim onla geçmişti işte,
arkadaşımdı.
Şimdi düşünüyorum da o gelin gibi
beyaz tavuğa bir isim koymak hiç aklımıza gelmemişti. Kadının adı yok, hiçbir
yerde şekilde. Olsun onu o Pazar tezgâhından kurtarıp bir hayat yaşatmıştık.
Belki yakında fola yatacak yavrulayacaktı. Vakti de gelmişti hani. Ama zaten
birkaç ay sonra bizim gecekondu, ağaçlar falan kesilip yerine soğuk ruhsuz bir
beton yığını dikilmişti. Şimdi ki bu iki metrekare balkonda nasıl bakardım
onlara. Sanırım her şey yaşanması gerektiği, olması gereken gibi olmuştu. Bir
gün karşılaşacağız Corc, kendine iyi bak.
Not: geçen duydum Japon bilim
adamları horoz denilen canlının neden ne tür bir refleks, dürtü ile öttüğünü araştırıyorlarmış.
Düşününce önemli bir araştırma bence de, onlara buradan duyuruyorum,
fikirlerimle size yardımcı olabilirim. Yukarıdaki fotoda Corc henüz 6 aylık.Bu uzun yazı için de özür okuyan kardeş.
Sevgiyle kalın, hoşça kalın.