Tatildeyim. Okumak için yanıma
aldığım kitaplardan biri de Jose Mauro De Vasconcelos’un “Şeker Portakalı” idi;
henüz bitti. Çok sevdim, çok tanıdık, fazla tanıdık geldi okuduklarım. Belki okuyan
herkes içinde aynı şey geçerli olmalı ki oldukça tanınan bir eser. Zeze gibi
yaramaz bir çocuk değildim ben ama tıpkı onun gibi kimseden yardım almadan beş
yaşında okumayı çözmüştüm. Hâlâ nasıl oldu bilmiyorum. Harfleri tanımadan
onları birleştirmem gerektiğini bilmeden, neyse. Ve hayal gücüm, hayal gücüm
Zeze’den bile üstündü . Örnekse ormanda kozalak toplarken kaybolduğumda Conan
ve onun iri kıyım savaşçı dostları yolu göstermişlerdi bana. Bir tehlikeyle
karşılaştığım zamanlar ise etrafımı Afrikalı yerli çocuklar büyülü
tamtamlar deflerini çalarak korurlardı beni. Kız kardeşim bugün bile
çocukların oyununa derhal dâhil olabilmemi kıskanarak, birazda gıptayla izler. Yarattıkları
yaşadıkları dünyanın hâlâ bir ferdiyim sanırım.
Okurken belki çoğunuz gibi
benimde aklıma Yeşilçam’ın afacan sezerciği, yumurcağı geldi. Ve kuşkusuz
Portuga, Sadri Alışık olmalıydı. Zeze’nin sondaki itirafı :”olup bitenleri
çocuklara niçin anlatmalı?” Bunları bana çok erken anlattılar diye yakınışı
Sadri babanın Afacanla geçen şu diyalogunu anımsattı:
Afacan –“ bayramlık alamadın diye
ne üzülüyorsun be Osman abi ben çocuk muyum?”
Sadri baba – “ Doğru… Değilsin.
Yazıklar olsun ki bana senin bu yaşta kocamana mani olamadım”
Her defasında bu sahne aklıma
geldikçe yüreğim paralanır, içimde bir şey kopuyor gibi olur. Sefaletimde Zeze’ye
benziyordu benim. Lakin bize özgü bir durum değildi bu. Tüm mahalle
sakinlerimiz yoksul insanlardı. Böyle yerlerde duygular yoğun olur. İnsanların yüreklerinin
zenginliği fakirliği bastırır. Zeze’ler büyür şair olur böyle yerlerde...
Keyifli okumalar.