Belli. Hiçbir şey iyi olmayacak, bir şeyin düzeleceği yok.
Yetmezmiş gibi bu günleri de arayacağımı kuvvetlice duyumsuyorum. Zaten tersini
bilmem ki, böyle bir şeyi hiç tatmadı bünyem. Ve işin gerçeği böylede kalsın
istiyorum sanki çaktırmadan. Dün pazardı
biliyor musun sayın okur? Jose Arcadio Buendia’nın simya-astronomi gibi
şeylerle uğraşırken kafayı takıp sayıkladığı üzre, bugün hâlâ Pazar değil
miydi? Ve korkarım yarında aynı olacak. Saklambaç oynarken ilk ebe kim olacak
diye bir taşın üzerine tükürüp, yaş mı kuru mu diye bir nevi yazı tura
attığımız yıllarda da, güneş aynı güneş, gök aynı gök, yer aynı yerdi. Evrenin
bir zembereği de yoksa saat niyetine, nedir şimdi bu sakalım, saçımdaki aklar… Çocuk
Mikael’in dünyanın en iyi hokkabazı olabilmesi için, büyüdüğünde bir topu
aralıksız havada asılı tutması gerekecekti. Yapabilirdi de hani, ta ki böyle
bir şeyin fizik kurallarına göre imkânsız olduğu öğretilene dek. Demek ki bize
dayatılanlar dogmatik bilgilerde değilmiş sadece. Çocuksu düşlerimizden bizi
vazgeçiren şeyler… Çocuksu düşünmek, neden kabahattir bu? Oscar heykelciğini
bir gün kaldırabileceğime eminken, ne oldu da “hacı, maaşı en azından bin lira
olan bir iş bulalım da iyidir” cümlesini kurar olduk. Sigara öldürür yazısına
hiç aldırış etmezken, emniyet kemerini her seferinde itirazsız takıyor oluşum,
bilinçaltımın nasıl bir tezahürüdür? Ya her gece kimseyi kırıp üzmemek için
dilime hâkim olmama yardımcı ol tanrım diye dualar eden ben, nasıl oluyor da
bunu her defasında beni en çok seven insanlara yapıyorum, yapıyoruz. Şu tatilde
ki güzel kıza neden yazılmadım ki ben? Hadi onu geçtim, geçen bütünleme
sınavında bir kafenin terasında yağmurdan sakınırken aynı masayı paylaştığım,
hayatımın belki en iyi yarım saatini yaşadığım, sohbetine, güzelliğine
doyamadığım hatuna ne demeli. Nasılda sokağı dönene dek durup durup baktık
birbirimize. Furkan dün köprüden dönerken 50 km yol gütmemize rağmen yarısı
kadar benzin yaktığını övünerek anlattı durdu. Modelin pembe mezarlığı, Demet
Akalın’ın Türkan’ı ve Teoman’ın renkli rüyalar oteli boyunca sürdü bu.
Arabasının yakıtı için edindiği beceriyi kurduğu cümleler içinde öğrenmesi
gerektiğini söylemeli birisi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi hâlâ günlerden pazardı
üstelik. Kontrol ettim 5 Ağustos pazartesi’ye
denk geliyormuş, şüphem yoktu zaten.
Geçen balığa çıktığımızda yanımızda fener götürdük, uzakta biri sabahtan
yakmıştı. Sordum, diyojen’in üçüncü nesilden kuzeniymiş. Kaç gündür dolunay coştu da coştu, sende fark
etmiş olmalısın. Okuduğunu biliyorum, aramızdaki mesafeyi ortadan kaldıran yegâne
şey değil miydi ay? Bedencinin eşofman takımı olmadığı için patakladığı
öğrencilerden biriydim ben ve amuda en iyi kalkanlardan biri oluşum bir şeyi
değiştirmeyecekti. Ondandır yaş kaç oldu hâlâ ayakları üzerinde durmayı
başaramadım. Bu nasıl bir gecedir yahu, nereye varacak bu sohbet. Hayır efenim
kelimeleri yutmuyorum ben, sadece çok hızlı konuşuyorum. Belki kariyerimi rapçi
olarak tasarlamalı, bu dezavantajı lehime çevirmeliydim. Cartel gibisi de
gelmedi hani, yalnız Demet Sağıroğlu’nun Arnavut kaldırımlarıyla aynı zamana
denk düşmesi beyinde bir travma yarattı şüphesiz. O klipteki bebek büyümüş
olmalı rahat 25 vardır da, yalnız Bizimkiler dizisinde aynı zamanda anlatıcı
olan çocuğu yıllar sonra yeni bir dizide gördüm de, ürpererek besmele çektim.
Benjamin Button içine kaçmış olmalı, insan hiç mi yaşlanmaz ulan? En ucuzu 150 TL.
Baba böyle bilet fiyatımı olur ya… Roger Waters abi o şarkının ruhuna da uymaz
bu bilesin. Radyoda an itibarıyla Tears in Heaven çalmaya başladı. Eric Abimizi
bu âlemde tek geçerim. Keşke bu güzel şarkının böyle kötü bir hikâyesi olmasaydı,
ne acı… Cık! Bu yazı uzar giderdi de, şimdi zor artık. Bu beyaz tişörtte yakışmadı
bana, zaten pasaklı da bir herifim. Hem tüm renkler büyük bir hızla
kirleniyorken birinciliği boşuna buna vermemişler değil mi. İstanbul için imsak
vakti yaklaşıyor, noktalayalım artık. Sevgiyle kalın, hoşça kalın…
29 Temmuz 2013 Pazartesi
28 Temmuz 2013 Pazar
Amy Winehouse
![]() |
14 Eylül 1983 - 23 Temmuz 2011 |
Koca bir ay boyunca kafamda tasarlayıp durdum. Güzel bir portresini çizmeliydim öncelikle sonra da altına bir yazı döşenmeliydim. Özenli ve oldukça titizce… İsmine yakışır bir şekilde yâd etmeliydi. Parmaklarım basket oynarken fena incinmişti aksi gibi ama bu beni durduramazdı. Derken gün gelip çattığında şezlongda uzanmış tatil için aldığım “yüzyıllık yalnızlık”ı okurken buldum kendimi. Ve belki de mp3’ümde “you know im no good” çalmaya başlamasıydı aklıma bile gelmeyecekti.Aslında en iyisi bu olmuştu çünkü hiçbir sözcük onu anlatmaya yetmeyecekti kuşkusuz. Aynı şeyler pekâlâ Janis Joplin içinde söylenebilir, onu da yâd edelim böylece. İyisi mi biz hadi şarkıyı dinleyelim.
Toni abi belki sekseni devirdin Allah uzun ömür versin, seni de çok severiz de...abi hani nasıl iş bu???
16 Temmuz 2013 Salı
Platon'un mağarası ve Wachowski kardeşler
Bir mağaranın duvarına bakarak yaşayanlar için
tüm gerçekliğin sadece gölgeler olacağını öne süren filozofun kendi adı ile
anılan benzetmesi hangisidir?
A) Platon'un Mağarası
B) Hegel'in Mağarası
C) Kant'ın Mağarası
D) Konfüçyus'un Mağarası
Yanıt a şıkkıydı elbette. Kim
bilir bunu kaç kişiye, neden sonra anlatma ihtiyacı duymuştum. Bilmeyeniniz
varsa aklımda kaldığınca kısaca paylaşmak istedim. Bir mağara düşünün ve bu
mağaranın derinliklerinde doğumlarından beri yaşayan bir topluluk. Bu yetmezmiş
gibi vücutları hatta boyunlarından kalın zincirlerle bağlılar. Tek gördükleri
mağaranın girişinden karşılarındaki duvara vuran, gün ışığından yansıyan
gölgeler. Kapının önünden geçen bir takım insanların veya hayvanların gölgesi. Bazen
de işittikleri sesler, mesela kuş cıvıltıları veya kuvvetli bir gök gürültüsü
gibi. Onlar için kaçınılmaz olarak tek gerçek karşı duvardaki gölgeler
olacaktır kuşkusuz. Başka türlü bir gerçekliği tahayyül edebilmeleri bile neredeyse
olanaksızdır. Diyelim ki günün birinde içlerinden biri bir şekilde bağlı olduğu
zincirlerden kurtulsun. İnsanoğlunun yaradılışından beri var olan keşfetme
arzusuyla elbette mağaraya süzülen ışığa doğru yönelip dışarı çıkacaktır. Yaşayacağı
şoku tahmin edebiliyor musunuz? İlk fark
edeceği güneşin yakıcılığı ve ışığı olacaktır. Belki uzun süre buna alışmakta
da zorlanacak. Yürümeye devam edecek, kendi cinsinden birilerini görecek,
ürkecek, şaşıracak. Az ileride bir göl, eğilip yeteri kadar yaklaştığında ilk
kez kendisinin neye benzediğini, bir gölgeden ibaret olmadığını irkilerek
anlayacak. Diğer karşılaşacağı şaşkınlıkları varın siz düşünün. Tüm bunlar bir
sanrı mıdır yoksa gerçek hep bumuydu? Bir süre sonra mağaraya geri döndüğünü
farz edelim. Diğer insanlara bunları anlatmaya kalktığında sizce ona
inanacaklar mı, yoksa hummalı bir rüya gördüğünü düşünüp alay mı edeceklerdir.
Zavallının talihsizliğine bakar mısınız, gerçeği görüp keşfedip inandıramamak,
kötüsü belki de deli damgası yemek. Bazı şeyleri anlatmayı zorlandığımda
sıklıkla başvurduğum bir metafor bu. Eğer karşı tarafı sıktığını fark edersem
bu defa Matrix I filmini ele alırım. Zaten Wachowski kardeşlerde senaryoyu
yazarken Platon’un Mağarası’nı referans almışlar sanırım :) Neo, yeryüzünü ele
geçiren bizim yarattığımız makineler tarafınca, doğumundan beri bir takım
kablolarla bir fanusa vücudundan bağlıdır. Makineler biz insanların bedenini
bir enerji kaynağı (pil) olarak kullanmaktadır. Neo, doğumundan beri gözlerini
hiç açmamış, yemek yememiş, hareket etmemiştir. Sanırım verilen bir takım
kimyasallarla sürekli bir uyku, koma halindedir. Yaşadığını zannettiği dünya
bir rüyalar âlemidir. Beynine de giden bu elektrotlar ona yapay bir yaşam
sunmaktadır. Ta ki bir gün Neo bunun ayırtına varıp bu kablolardan kurtulana
değin. Bunu ilk başaran o değildir yalnız, başkaları da vardır. Uygun bir
şekilde ağır ağır ona bugüne dek yaşadıklarının bir aldatmaca olduğunu
anlatırlar. O kablolar ona verilenler bir bakıma dogmatik bilgilerdir. Aşması kırılması
öyle kolay değildir. Ki aslında birçoğu da bunu istemez, bu aldatmacalarla
gayet mutludur. Filmi zaten biliyorsunuz, Neo sistemi çökertir ve diğer
insanları, öncelikle bu gerçeği arayan, yaşadıklarından şüphe duyan,
içlerindeki o soruyu bir türlü bastıramayan insanları teker teker uyandırmaya
çalışır. Serinin diğerleri II ve III saçmalıktı kanımca.
Şimdide benzer bir sorunla karşı
karşıyayız. Birçok sosyal ağda hesap açıp bir profil oluşturuyoruz. Dostluklar
arkadaşlıklar buradan ediniliyor. Online oyunlarda yarattığımız karakter ne
çetin maceralarda boğuşuyor. Bazılarımız evden dışarı çıkmaktansa alışverişini
de buradan yapıyor. Kimisi ise işini evinden yönetiyor. Daha örnekler
çoğaltılabilir. Acaba, ya bir gün evden çıkmaya hiç gerek duymaz isek? Cyborg
diye tabir edilen robotlar bizim yerimize işe gider, alışveriş yapar, kız
arkadaşımızla flört eder, hatta ilişkiye girerse. Elbette biz evimizde klimamız
açık, güneşin veya soğuğun vücudumuza vereceği zararlardan,trafikten vb.
şeylerden izole bir şekilde bu robotları uzaktan yönetiyor olacağız. Bu kaygıyı,yönetmen Jonathan Mostow’da duymuş olacak ki başrolünü Bruce
Willis’in oynadığı “Suretler”i beyazperdeye taşımış. Film pekiyi değil ama
değindiği konu başarılı. Özetle hiçbir şeyi abartmamak ve aslolanın insan
olduğunu unutmamak lazım bence.
SURETLER
Gene söz sinemadan açılmışken
konuyla alakası olmasa da başka bir filme değineceğim. “The Happening”. M.Night
Shyamalan’ın yönettiği bu film sinemada pek gişe bulamadığı gibi üstüne Razzie ödülünü de( yılın en kötü film Oscar’ı)almıştı
sanırım. Yazı uzamasın diye çok kısa geçeceğim, film ekosentrik* bir bakışla özetle diyor ki; doğaya saygılı ol, uyumlu ol, işin cılkını çıkarma. Yoksa bir
gün gelir doğa sizden intikamını alır. Senin ebeni,sülaleni öper… Neden bu
filmden bahsettim, dün haberlerde izledim. Bir piliç üretim çiftliğinde daha
civciv iken horoz olduğu tespit edilen cinsler itlaf ediliyor. El insaf,
yapmayın abiler. Biliyorum bacası tüten fabrikalar, nehirlere dökülen kimyasal
atıklar olsun daha birçok insafsızlık var. Dünya nereye kadar dayanacak. Biraz
saygı, başka bir şey değil.
Ekosentrik etik:Tüm yaşam
formlarının insanlarla eşit derecede yaşama
ve kendini geliştirme hakkı olduğunu kabul eden görüş.
10 Temmuz 2013 Çarşamba
taslakta kalmış,kalmasın di mi :)
…Yazının sonuna doğru ana haber
bülteninde sevgili üstat Genco Erkal’ın, dedesinden miras kalan Eminönü'ndeki
300 yıllık bir hanın havlusunu sahneye dönüştürdüğünü gördüm. Avlunun içinde gündüz,bakırcısından ayakkabıcısına birçok zanaatkâr çalışmakta, gece ise oyuncular
provalarını yapıyorlar, yakında ilk oyununu da çıkaracakmışlar. Usta heyecanla
anlatıyor, mekânın tarihi dokusu, üstünün açık oluşu ve gökyüzündeki
yıldızların oyuna inanılmaz bir etkisini olacağını falan. “bak jüliette
gökyüzündeki yıldızları görüyor musun” diye bir tirat atarken gibi.
Yine tarihi ve mekânı pek anımsamıyorum, falanca ülkede uzun süren savaş yılları boyunca çatlağın teki her gün sahneyi açıp oyununu seyirciye bombardıman altında oynamaya devam etmiş. Hatta zaman zaman o bombalar tiyatronun çatısına düşse bile. Demem o ki, yine aynı haber bülteninde yakında Suriye’ye savaş açma ihtimalimiz geçiyordu(Allah korusun). Ve daha burada çokça dile getirdiğim birçok elem keder… İnsanlık tarihi boyunca savaşlar, gözyaşları eksik olmadı hiç, yazmasa mıydı Dostoyevski, Kafka? Mozart beste yapmasa mıydı? Ya da Michelangelo Davut’un heykelini yontmasa mıydı? Demek bunlar geçersiz bir mazeret Levo. Eh! Burada karaladıklarım bu ismi geçen üstatların ayarında işler değil elbet, yanından geçmez hatta :) Ama gün içerisinde binlerce yazının resmin paylaşıldığı hızla bir çöplüğe doğru yol alan bu internet denilen şeye ne kadar dişe dokunur şeyler paylaşırsam âlâ. Vallahi sayın okur bu da bence yeni tür bir çevrecilik olmalı. Gereksiz boş hurafe tutarsız hiçbir söz kelam paylaşılmamalı bu sanal âlem de ki arama motorlarında search(sörç) edenler kaliteli nitelikli bilgiye ulaşsın. Bende bu bloggerın verdiği trafik denilen hizmetten yararlanarak görüyorum ki en çok, okuduğum kitaplar üzerine yaptığım kritikler okunuyor; o halde fırsat bulduğum zaman bunlara yoğunlaşmalıyım. Sanıyorum ki onlarda normal blog okurları değil, gogulda araştırma yapanlar. Öğrenciler tembelce kopyala yapıştır yapıp ders özeti çıkarmasınlar diye de kurnaz bir taktikle yazıyorum. Ulan böyle mi ders çalışılır, eğitiminde içine ettiler… Neyseee hadi sırf sizle paylaşmak için bir saatte okuduğum bir kitabı paylaşayım. Oha demeyin :) kocaman puntolarla yazılı. Normale vursan anca 50 sayfa falan olsun. Nerden elime geçtiğine gelince sıkı bir cnbc-e izleyicisi olduğum kadar eşantiyon verdiğinde dergisini de kaçırmam. Evimde ne magnetl, iskambil kâğıtları, kalem ıvır zıvır var. Despırıt hausvayf’ından tutunda dexter’ına kadar. En çok ta simpsın,sağut park ve famili gay’lı karton maketlerimi seviyooom :)
Yine tarihi ve mekânı pek anımsamıyorum, falanca ülkede uzun süren savaş yılları boyunca çatlağın teki her gün sahneyi açıp oyununu seyirciye bombardıman altında oynamaya devam etmiş. Hatta zaman zaman o bombalar tiyatronun çatısına düşse bile. Demem o ki, yine aynı haber bülteninde yakında Suriye’ye savaş açma ihtimalimiz geçiyordu(Allah korusun). Ve daha burada çokça dile getirdiğim birçok elem keder… İnsanlık tarihi boyunca savaşlar, gözyaşları eksik olmadı hiç, yazmasa mıydı Dostoyevski, Kafka? Mozart beste yapmasa mıydı? Ya da Michelangelo Davut’un heykelini yontmasa mıydı? Demek bunlar geçersiz bir mazeret Levo. Eh! Burada karaladıklarım bu ismi geçen üstatların ayarında işler değil elbet, yanından geçmez hatta :) Ama gün içerisinde binlerce yazının resmin paylaşıldığı hızla bir çöplüğe doğru yol alan bu internet denilen şeye ne kadar dişe dokunur şeyler paylaşırsam âlâ. Vallahi sayın okur bu da bence yeni tür bir çevrecilik olmalı. Gereksiz boş hurafe tutarsız hiçbir söz kelam paylaşılmamalı bu sanal âlem de ki arama motorlarında search(sörç) edenler kaliteli nitelikli bilgiye ulaşsın. Bende bu bloggerın verdiği trafik denilen hizmetten yararlanarak görüyorum ki en çok, okuduğum kitaplar üzerine yaptığım kritikler okunuyor; o halde fırsat bulduğum zaman bunlara yoğunlaşmalıyım. Sanıyorum ki onlarda normal blog okurları değil, gogulda araştırma yapanlar. Öğrenciler tembelce kopyala yapıştır yapıp ders özeti çıkarmasınlar diye de kurnaz bir taktikle yazıyorum. Ulan böyle mi ders çalışılır, eğitiminde içine ettiler… Neyseee hadi sırf sizle paylaşmak için bir saatte okuduğum bir kitabı paylaşayım. Oha demeyin :) kocaman puntolarla yazılı. Normale vursan anca 50 sayfa falan olsun. Nerden elime geçtiğine gelince sıkı bir cnbc-e izleyicisi olduğum kadar eşantiyon verdiğinde dergisini de kaçırmam. Evimde ne magnetl, iskambil kâğıtları, kalem ıvır zıvır var. Despırıt hausvayf’ından tutunda dexter’ına kadar. En çok ta simpsın,sağut park ve famili gay’lı karton maketlerimi seviyooom :)
İşte Barney Stinson ve Kanka Kanunu:
KANKA NE DEMEKTİR
S:kanka ne demektir?
C: Kanka, kendisi artık giymek
istemediğinde size sırtındaki gömleği verebilecek kişidir. Kanka, birini
kündeye getirebilmeniz için kündeye gelmeyi göze alan kişidir.
S. Sadece erkekler mi kanka
olabilir?
C: bir kadın bir erkeğe iri
göğüslü bir arkadaşını ayarladıysa bu kankalıktır…
KÖKENİ:
Kanka Kanunu’nun hikâyesi,
Tanrı’nın Musa kankamıza kilden tabletler indirmesi gibi yalın ve incelikli değildir.
Kökeni ta insanoğlunun ortaya çıkışına kadar dayanır.
Başlangıçta Kanka Kanunu yoktu ve
bu dünyanın ilk kankaları için çok tahlisiz bir durumdu. Habil ve Kabil.
… Yüzyıllar geçti, Spartalı bir
kanka ile Truvalı bir kanka, Helen isimli bir hatun için birbirine düştü.
…iki kanka bu hatun yüzünden
korkunç bir savaşa tutuştular. En temel Kanka Kanunu maddesini bilselerdi bu
savaş önlenebilirdi: “Kankalar, hatunlardan önce gelir.”
KANKA KANUNU
MADDE 1:
Kankalar hatunlardan önce gelir.
Bazı maddelerde “biliyor
muydunuz?” gibi kısımlar var işte bu maddede olduğu gibi: 1. Maddenin kökeni,
ta Genesis’e dayanır. Hayır, Peter Gabriel veya Phil Collins pop üçlüsünden
değil, İncil’deki Yaratılış’tan bahsediyorum.
MADDE 3:
Kankanın aldığı köpeğin boyu en
az diz hizasında olmalıdır.
MADDE 5:
Bir kanka, Kanka Kanunu’nun
varlığını bir kadına asla açıklayamaz. Bu kutsal belge hiçbir sebeple bir
hatunla paylaşılamaz. Evet, hatta o sebep için bile…
MADDE 11:
Kanka, hatun sepetlemeye çalışan
kankasına yardım için işi gücü bırakır.
Ek kankalık: yedi yâda daha az
kelimeyle hatun nasıl sepetlenir? Onun yerine biraz salata yesen- ne hoş! Sen
de bıyık bırakıyorsun ha!- kız kardeşin bunu yapmama izin veriyor ama- aynı
senin gençliğin- göğüs ameliyatının parasını ben öderim- özür dilerim
ayakkabılarını atmıştım.
MADDE 14:
Bir kanka o yılın şampiyonlarını
ezbere sayabilmelidir: süper lig, basketbol ligi ve yılın Playmate güzeli.
MADDE 24:
Bir kanka çocuk sahibi olmadıkça
cep telefonunu kemerine takamaz.
MADDE 25:
Bir kanka kız kavgası çıktığını
kankasına vaktinde haber verir.
MADDE 34:
Kankalar şeytan üçlüsü sırasında
göz teması kuramazlar.
MADDE 37:
Ölümüne bile dövüşseler bir kanka
diğerinin kasığına yumruk atmaz.
MADDE 45:
Bir kanka striptiz kulübünde asla
kot pantolon giymez.
MADDE 69:
Anladınız siz onu…
MADDE 75:
Bir kanka klozetin alt kapağını
diğer kankaları için yukarıda bırakır.
MADDE 95:
Bir kanka, etrafta iri memeli bir
kadın varsa, tanışsalar da tanışmasalar da öbür kankaya işaret çakar. Bu tür
işaretler sözlü olmaz.
MADDE 147:
Kankanın eski sevgilisiyle yatma…
Öf…! Tam 150 madde var toplamda
ayrıca bir sürü ek madde, kızlarla birlikte olma yaş aralığı gibi aritmetik
denklemler vesaire. Ne yalan söyleyeyim okurken eğlenmiştim ama yazarken epey
sıktı. Ulen biz erkekler ne kadar hödüğüz oğlum ya… Yalnız yukarıda yazdığım birçok
maddeye sadık olduğumu itiraf etmeden de geçemeyeceğim. Biz erkekler kadar siz
kadınlarında pek sevdiği Barney Stinson’dan inciler işte :)))) Hoşça kalın...
9 Temmuz 2013 Salı
Bilmece bulmaca
bir batımda iki post,benden beklenmeyecek şey doğrusu. Gugulda şöyle nostaljik bir sörf yaparken dur bi oyun yapayım dedim sıkıntıdan.Bakalım aşağıdaki filmlerin hepsini bilen olacak mı ? Hani çok eskilere gitmedim ve kolay sekanslar bence. Uğraşan olursa kolay gele şimdiden :)
YARDIMCI OLMAYACAK İPUÇLARI:
![]() |
Cast'da humphrey bogart'da vardır. |
![]() |
humphrey bogart işte bu adam ama üstteki filmin aksine burada başkarakter.Abla yamuk yapmıştır abimize. |
![]() |
He!Bunu bilin artık. |
![]() |
başı döndü herhalde :) |
![]() |
Diane Keaton'la birlikte oynadıkların en iyileriydi.(bak bu sağlam tiyo oldu) |
![]() |
Starbuckss ismi bu filmden geliyor zannımca |
![]() |
Dayı o oltayla o koca balık tutulur mu.Kaptan Ahab'tan inat çıktın sen :) |
![]() |
Bu kadın sinemanın kraliçelerindendir. Romandan beyaz perdeye uyarlanmış en eli yüzü düzgün iştir bu film bence. |
ordan burdan...
“Benim anlamadığımı mı
sanıyorsun? Var olmak denen o umutsuz düşü. Olur gibi görünmek değil var olmak…
Her an bilinçli, tetikte, aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla
kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma. Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa
çıkarılması için o bitimsiz açlık. Ele geçirilmek, eksiltilmek ve… Hatta belki
de yok edilmek. Her kelime yalan, her jest sahte, her gülümseme yalnızca bir
yüz hareketi, intihar etmek? Hayır, fazlasıyla iğrenç… İnsan yapamaz ama
hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez.
Perdelerini indirip içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz. Bir kaç
faklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan, ama
gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her
tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek
mi yoksa sahtemi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin? Yoksa yalan mısın
demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile
değil. Seni anlıyorum Elizabeth susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum.
İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın, hayranlık duyuyorum. Bitene
kadar oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini
bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.” ( a film by Ingmar Bergman_PERSONA)
Dün aylaklıktan,hadi Persona’yı bir kez daha izleyeyim
dedim. Bazı filmler birkaç kez izlenir ama nedenleri farklıdır. Örnekse bir
erkeğin “Rocky IV” ya da “Die Hard III”ü her rast geldiğinde izlemesi karşı
cinsin “Sleepless in Seattle” veya “Rüzgar Gibi Geçti”yi izlemesiyle eş
değerdir. Maskülen ve feminen durumları… Lakin cinsiyet farkı gözetmeksizin “Mulholland
Drive”, “Persona”, “Fargo”, “Guguk Kuşu”, “Solaris” gibi kült filmlerin tekrar izlenmesi çoğunluk zarurettendir. Keza,
nedense kütüphanemizde bir daha asla okumayacağımız onlarca romanın arasında da
sayılı, tekrar okunmayı bekleyen bazı kitaplar vardır. Ve nedense dvdler gibi öyle
kolayca başkalarına verilmez o okunmayacak diğerleri. Kim bilir belki de
varoluşumuzun somut birkaç kanıtı gibi görüyoruzdur.Öyle ya okuduklarımız
deneyimlediklerimize oranla belki daha fazla hamurumuzu yoğuruyordur.
Yazmıyorum ne
zamandır, sebebi çok… Yukarıdaki alıntıyı paylaşmaya karar verince düşündüm de
acaba yazarken ne kadar kendimiz olmayı başarabiliyoruz. Facebook,twitter ve
benzeri sosyal ağlara nazaran artık
güncelliğini yitirmiş, adeta bir sığınağı andıran bu yerde ne kadar biziz?
Galiba daha ziyade kendimizden kaçış için buralarda dolanıyoruz. Yarattığımız
avatara dönüşüyoruz. Neyse içinden çıkamayacağım için bu bahsi burada
noktalayım iyisi mi.
Fırsat buldukça göz attığım ender bloglardan birisi dün
güzel bir filmden bahsetmiş. Güneşli pazartesiler isimli. Başrol koltuğunda pek
sevmediğim (javier bardem)havyar badem varmış. Gıcık olmamın sebebi penelope
ile scarlet johansen’lı voody’nin
barcelona filmi. Şanslı herif n’olcak. Hatunların letafeti yetmezmiş gibi
bir de Woddy Allen’la çalışmak cabası.Kronik işsiz biri olarak konusu
itibarıyla filmi pek beğendim, tabii el mahkum seyretmek için bir internet cafeye
gitmek zorunda kalacağım :/
Dün 4 temmuz’du.(yazalı 4 gün geçmiş) Amerika’nın bağımsızlığını kutlayacak
değilim ama Oliver Stone’un "Born on the Fourth of July" adlı
yapıtından bahsetmemek olmazdı. Savaşın ne boktan bir şey olduğunu sert ama
olması gerektiği gibi anlatan enfes bir yapımdır. Tom Cruise’un perfonmansı da
yadsınacak gibi değildir hani. Bu da tavsiye edilir.
Geçen malum, Kafka’nın doğumunun 130.yılıydı. Bende kısa bir
animasyon paylaşmıştım bunun üzerine. Sonradan Tim Burton imzalı olduğunu fark
ettim. Tim gerçekten şahsına münhasır bir yönetmendir. Bu yaz başı d&r
mağazalarında yapıtlarından küçük bir DVD set vardı. Çok iyi tercihler ve çok
eğlencelik bence, işte liste: Sweeney
Todd, Corpse Bride, Charlienin Çikolata Fabrikası, Mars Attacks ve tabiî ki
Beetlejuice-Beetlejuice-Beetlejuice :)) hadi yeter bu kadar,görüşmek üzre…
3 Temmuz 2013 Çarşamba
Mutlu yıllar KAfka..
Sevgili Kafka, bugün doğum
gününmüş,sağ olsun gugul amca hatırlattı. Logoda (dodul diyorlar!)Değişim adlı
eserinden esinlenmişler;böceğe dönüşen memur Gregor Samsa bir kapıyı aralıyor.
Ki
öykülerinde kapı meseline hep değinmişindir.Dürüst olmak lazımsa elma ne alaka diye düşünmedim değil
bir an,demek okumayalı epey oldu. Eh! Normaldir, ilk bu kitabınla tanışmıştım
seninle.Gene gugul sağolsun elmayı baba Samsa’nın üzerine fırlattığını da akla
getirdi. 3 temmuz… hm! Burcun neydi yahu senin :)
Neyse, buraya uğrayasım yoktu
ama söz konusu sen olunca şart oldu ;) İyi ki doğmuşsun.Sevgiler…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)